1 Ağustos 2013 Perşembe

Bir nazlı geline iki güvey olmaz!

Bir nazlı geline iki güvey olmaz!
Yeni basılan bir kitap sebebiyle tekrardan gündeme gelen Bayezid-Cem mücadelesi, nedendir bilinmez (!)yineçarpık yaklaşımların hedefi olmuş... Osmanlı geçmişimize haksız hücum geleneğinin çokça istismarına konu olan bu mevzuyu tarihi objektivite ve beşer fıtratı dahilinde değerlendirmek gerekiyor. Bize düşen tarihten ibret alıp doğru dersler çıkarmak; tarihî, resmî ideolojilerin amaçlarına uygun hale getirmek değil...
1481 yılı Mayıs ayı. Osmanlı za­fer sancakları Gebze'ye yakın Hünkar çayırı mevkiinde dal­galanıyor. Seferin hangi devlet üzerine olacağı belli değil. Zira Fatih Sultan Mehmed"Seferimin kimin üzerine olacağını sakalımın kıllarından bir tanesi bilse, koparıp atardım" sözüyle ünlü. Gerçekten bu kez de seferin ne yöne olacağını kimse kestiremiyor. Zira acem ve Mısır hükümdarları, acaba Os­manlı bizim üzerimize mi geliyor diye­rek hazırlık yapıp tetikte duradursun Fatih bu defa ahirete sefer kılıyor:
"Bu dünya bir ibret evidir. Düşün ki, kişinin ne kadar dostu, oğlu ve ya­kını olursa olsun, ne zaman ki lâtif ruhu bedeninden ayrılır derhal alâka ve muhabbetlerini keserler. Bedenin­den yüz çevirirler. Ak gül yaprağı gibi vücudunu kara toprak altına gizle­mek için acele ederler."
Tahta kim geçe?
İşte cihan padişahının gönülleri ya­kan, kavuran bu acılı haberi ile, bekle­nen olaylar gelişmeye başladı. Gözler kendilerine yeni zaferler kazandıracak yeni bir padişah görmeye çevrildi. Acaba mükemmel bir tahsil ve terbiye ile yetişen Fatih'in iki oğlundan Bayezid’i mi yoksa Cem’mi Osmanlı Devleti tah­tına oturacaktı?
Vezir-i âzam Karamani Mehmed Paşa diğer emir ve vezirlerin de rızası­nı almak suretiyle herhangi bir karışık­lığa meydan vermemek için Fatih'in vefatını askerden gizledi. Hiç vakit kay­betmeden de büyük Şehzade, Amasya Valisi Bayezid Çelebi ile Karaman Vali­si küçük Şehzade Cem Çelebi'ye haber­ler gönderdiFatih'in cenazesini ise gizlice arabaya koyup yanında tabipler ile devlet büyükleri olduğu halde İstan­bul'a geçirdi. İskelede bulunan nakil vasıtalarını da İstanbul tarafına aldırdı. Böylece yeniçeri ve içoğlanların İstan­bul tarafına geçmesine mani olmak iste­mişti.
Vekaleten Korkut...
Karamani Mehmed Paşa'nın bu faaliyetleri, olayı bilen devlet adamları arasında, onun evvelce taraftarı olduğu Şehzade Cem'i bir an önce İstanbul'a getirtip tahta çıkarmak emelinde oldu­ğu fikrini uyandırdı. Bunlar arasında özellikle ordunun başında bulunan, Bayezid'in iki damadı Rumeli Beylerbeyi Hersekzâde Ahmed Paşa ile Anadolu Beylerbeyi Sinan Paşa derhal harekete geçtiler. Öncelikle Cem'e gönderilen habercileri tevkif ettirdiler. Ardından padişahın vefat haberini yayıp yeniçeri­leri tahrike başladılar.
Böylece Kara­mani Mehmed Paşa'nın plânı bozul­du. Galeyana gelen yeniçeriler iskelele­re inerek zorla İstanbul'a geçtiler ve so­kaklarda, Bayezid çok yaşasın diyerek nümayişe başladılar. Kendilerine mani olmak isteyen Karamani Mehmed Pa­şa ile Fatih'in hususî tabibi Yahudi Yakup Paşa'yı öldürdüler. Eski-Saray'da oturan, Şehzade Bayezid'in henüz onbir yaşındaki büyük oğlu Korkut Çelebi'yi babasına vekaleten tahta çıkarıp sokaklarda dolaştırmaya başladılar.
Acı ölüm haberi
İstanbul'da bu olaylar ola dursun Keklik Mustafa  Çavuş, 7 Mayıs 1481'de Amasya'da beylik süren Şehza­de Bayezid'in katına ulaştı.
Otağına saygı ile yaklaşarak selamla­yıp etek öptükten sonra dua etti. Sonra da üzerindeki nâmeyi saltanat tahtının yeni varisine teslim eyledi. Padişah babasının göçtüğünü duyunca Bu dünya devleti gözünden düşüverdi Babasından ayrılmak öyle etti ki onu ta sabahlara kadar ağladı inledi. Gözlerinden inci gibi yaşlar akarken gönlü parçalandı kendinden geçti
Bayezid, başlangıçta haberi tered­düt ile karşıladı ise de İshak Paşa'nın gelen üst üste davet mektupları üzerine 4. gün, maiyyetinde dört bin kişi oldu­ğu halde Amasya'dan hareket edip do­kuz günde Üsküdar'a geldi. Ertesi gün oğlu Korkut' tan saltanatı resmen tes­lim alıp 22 Mayıs 1481'de Osmanlı tah­tına çıktı.
Müteakip gün Fatih Sultan Mehmed'in cenaze namazı, yol göstericile­rin rehberi Şeyh Muslihiddin Ebü'l-Vefa'nın imamlığında kılındı. Sultan Ba­yezid namazdan sonra sevgili babasının tabutunu öpüp kucakladıktan sonra omuzuna alıp vezirler ve beylerle bir­likte taşıyıp, Fatih Camii'nin mihrabı önündeki bahçeye defn ettiler. Baye­zid ziyade sadakalar dağıtarak ve tekrar tekrar hatim duaları okutarak babasının ruhunu şâd ederken oğulluk hakkını da yerine getirmiş oldu.
Dünya hırsı mı?..
Bayezid tahta çıkar çıkmaz, babası­nın sağlığında kendisinden daha mezi­yetli ve daha faal olması sebebiyle Ge­dik Ahmed Paşa ve Karamani Meh­med Paşa gibi devlet büyüklerinin des­teğini temin etmiş olan kardeşi Konya Valisi Gıyaseddin Cem Çelebi'nin mu­halefetiyle karşılaştı. Cem, veraset dola­yısıyla Osmanlı mülkünde hakkı oldu­ğunu iddia ediyordu. Zira Fatih kanun­nâmesinden veraset kısmında şehzade­lere yazılacak hükümlerin lakaplar bah­sinde Cem'in ismi zikredilmiş, Fatih de ona "Varis-i mülk-i Süleymanî oğlum Sultan Cem" diye hitap etmişti. Bazı müellifler,Cem'in Kanunnâme-i Al-i Osman'a dayanarak Bayezid’in nizam-ı alem için kendisini öldürmesinden korktuğu cihetle isyan ettiğini belirtir­ler.
Oysa asıl sebebin verasetle kendisi­ne intikal eden saltanatı elde etmek ol­duğu anlaşılmaktadır. Ayrıca her Os­manlı şehzadesinin küçük yaştan itiba­ren babasından sonra devletin başına geçip cihadla meşgul olması, adaletle hükmetmesi gibi ulvî gayeler ile yetişti­rildiği göz önüne alınırsa dünya hırsı, ölüm korkusu gibi düşünceleri onlara atfetmek fevkalade basit kalır.
Bursa'da kısa saltanat
Cem, kanunnâmede isminin geç­mesinin yanısıra babasının padişahlığı zamanında doğduğunu, Uzun Hasan seferi sırasında İstanbul'da kendisinin babasına vekâlet ettiğini belirtiyor ve saltanatın kendisine ait olduğunu iddia ediyordu. Bu düşünceler ışığı altında hareket eden Cem maiyyetindeki müşa­virlerin ve özellikle de Karamanoğlu Kasım Bey'in telkinleri sonunda hare­kete geçmeye karar verdi. Komutanla­rından Gedik Nasuh Bey'i maiyyetinde Karaman, Varsak ve Turgutlu boylarına mensup kuvvetler olduğu halde İnegöl üzerinden Bursa'ya gönderdi. Gedik Nasuh Bey, 28 Mayıs'ta Kaplıca civa­rında Bayezid tarafından Ayas Paşa kumandasıyla üzerine gönderilen kuv­vetleri bozdu ve Bursa'ya hakim oldu. Üç gün sonra şehre gelen Cem Sultan adına para kestirip hutbe okuttu ve bu suretle hükümdarlığını ilan eyledi. Ci­vardaki şehir ve kasabalara da saltanatı­nı kabul ettiren Cem Sultan kendisini Anadolu'nun hakimi olarak görmeye başladı. Bu tehlikeli gelişme üzerine Sultan Bayezid, Cem'i destekleyen beylere gizlice mektuplar göndertmek suretiyle onları kendi tarafına çekmeye çalıştı. Bunların başında Cem'in yakın dostu Aştinoğlu Yakub Bey geliyordu. Yakub Bey’den Cem'i hile ile Karaman'a doğru çekmesi istenmekteydi. Ayrıca padişah kalabalık bir ordu ile Üs­küdar'a geçmiş Cem üzerine sefer ha­zırlıklarına başlamıştı. Öte yandan Bursa'da 18 gün saltanat süren Cem Sul­tan, büyük halaları, Çelebi Mehmed'in kızı ihtiyar Selçuk Hatun ile ulemadan Mevlana Ayas ve Şükrullahoğlu Ahmed Çelebi'den oluşan bir elçilik heye­tini ağabeyine gönderdi. Böylece Cem, ortaya çıkan fiîli durumun kabul edil­mesini ve Anadolu'nun kendisine bıra­kılmasını arzu ediyordu.
"Çekişme meyve vermez!"
Bayezid Han, huzuruna gelen bü­yük halası Selçuk Hatun'un elini öpüp fevkalade izzet ve ikram gösterdi, dua­sını aldı. Cem lehine hareket ettiği anla­şılan Selçuk Hatun, Bayezid'ten rica yol­lu olarak: "Padişahım; olmaz mı ki, can beraber olan kardeş kanını dök­meğe kalkışmayasın. İslâm arasında cenk ateşini yakıp tutuşturmayasın. Rumeli topraklarıyla yetinip Anado­lu ülkesini, illerini kardeşine bağışlayasın. Böyle yaparsan o da eğdiği boynunu bir daha boyunduruğun­dan çıkarmaz ve bundan sonra da ol­mayacak bir yola girmez. Çekişme, bir ağaç dahi olsa üzüntüden başka meyve vermez. İki şanlı padişah döğüşmeye niyet ederseler bundan rea­ya büyük zarar görür. Ülke kavgası yüzünden ortalığı harabeye çevirmek yüce gönüllü olmaya ve yiğitlik şanı­na uygun değildir."
İki kardeş meydanda
Sultan II. Bayezid hissiyatla dile ge­tirilen duygu yüklü bu konuşmaya aldanmadı. "Lâ erheme beyne'l-mulük"= Hükümdarlar arasında merhamet olmaz" darb-ı meseliyle cevap vererek bu hususta kararlılığını ortaya koydu. Elçileri gereği gibi ağırladıktan sonra geri gönderdi ve derhal ordusunu hare­kete geçirdi. Cem ise Yenişehir ovasın­da akıbetini belirleyecek bir savaşa gi­rişmeye karar vermişti. Bu sırada Otran­to seferinden dönen Gedik Ahmed Paşa'da Yenişehir'de Padişahın ordusuna katılınca Bayezid daha da kuvvetlendi. Ahmed Paşa aslında Cem taraftarı bu­lunuyor idiyse de kayınpederi İshak Paşa'nın vezir-i azam olması onun Ba­yezid tarafına meyletmesine sebep ol­muştur. 20 Haziran 1481'de Osmanlı tahtının yeni sahibini belirleyecek sa­vaş şiddetle başladı. Fatih'in iki oğlu bu kez hasım mevkiindeydiler. İkisi de ola­ğanüstü bir çaba ve gayret sarfediyordu. Ancak yakın dostu Aştinoğlu Ya­kub Bey'in ihaneti Cem'e son darbe ol­du. Bayezid kuvvetlerinin gittikçe art­ması Cem tarafında yılgınlığa ve diren­me gücünün kaybolmasına yolaçtı. Ar­tık herkes başının çaresine düşmüş bu­lunuyordu. Öncelikle Cem'i devamlı olarak kışkırtan Karamanlılar ve Varsak Türkmenleri meydanı terkettiler. Aske­rinin gittikçe eridiğini görerek çaresiz kalan Cem Sultan'da büyük bir elem ve üzüntü içerisinde önce Eskişehir'e ar­dından taht kenti Konya'ya doğru geri çekildi. Bütün eşyası ve hazineleri yağ­ma edilmişti.
Ve gurbet...
Konya'da da kendisini emniyette göremeyen Cem Sultan, validesi Çiçek Hatun ile ailesini ve yanında bulunan Murad adındaki oğlunu alıp 28 Hazi­randa Memluk ülkesine doğru yöneldi. Binbir sıkıntı içerisinde Torosları geçe­rek Tarsus'a ve oradan da Adana'ya ulaştı. Ramazanoğlu onu karşılayıp ağırladı ve ziyafetler verdi. Memluk Sul­tanı Kayıtbay'ın müsaadesini alması üzerine Antakya yoluyla Haleb'e vardı. Haleb emirül-ümerası da ağırlamada ku­sur etmedi. Uyuz Bey'in rehberliğinde Şam'a gelen Cem, akraba, has hademe­leri ve muhafızlarından oluşan 300 kişi­lik maiyetiyle yoluna devam edip, 25 Ağustos'ta Gazze yoluyla Mısır'a vardı ve hükümdarlara mahsus alayla Kahire'ye girdi. Ertesi gün saraya giderek Kayıtbay'ın huzuruna çıktı. Sultan Kayıtbay Şehzade ile karşılaşınca el sıkı­şıp kucaklaştılar. Kısa bir sohbet yaptı­lar. Sultan ona atalık tutumuyla güzel sözler söyleyip gönlünü aldı. Kendisini muazzam bir köşke yerleştirdi. Pek çok iltifatlar eyledi. Ramazan gecelerinde birkaç defa iftara çağırıp huzur ve gü­ven duymasını sağladı. Birçok günler beraberinde gezilere çıkartıp gönlünü aldı, hoş tutmaya çalıştı.
Şehzade hacc yolunda
Kayıtbay'ın bütün gayretlerine rağ­men Cem Sultan'ın sıkıntısı bir türlü gitmek bilmiyordu. Daimî bir iç huzur­suzluğu yaşıyor gibiydi. Hatta bu sırada ağabeyisine gönderdiği bir mektupta halinden bahsederek yardımını istemiş­ti. Nitekim şu beyti onun ruhî bunalımı­nı çok güzel yansıtmaktadır.
Sen bister-i gülde yatasın şevk ile handan
Ben kül döşenem külhen-i mihnetde sebep ne?
Sen, gülün döşeğinde neşe ve keyif İçerisinde yatarken
Ben mihnet ve meşakkat hama­mında neden kül döşeneyim?
Bayezid ise onun saltanat emelle­rinden vazgeçmesi şartıyla kendisine her sene 10 kere 100.000 akçe verece­ğini vaad etmiştir. Ancak bu mektuplaş­malardan bir netice çıkmamıştır. So­nunda Cem: "Bir şeyde sıkılırsanız o zaman hacca niyet ediniz" işareti üze­rine Kayıtbay'dan hacc müsaadesi iste­di. Kayıtbay'da, bu istek üzerine onu mükemmel bir alayla Hicaz'a gönderdi. 20 Aralık 1481'de Mısır'dan hareket eden Cem Sultan Mekke'ye girişinde Hicaz beyi tarafından karşılandı. Hacc vazifesini yerine getirdikten sonra Me­dine'ye gitti. Peygamber Efendimizin mübarek kabr-i şerifini ziyaret etti. Komşularına en üstün saygılar sunmak mutluluğu içerisinde 13 Mart 1482'de Kahire'ye döndü.
Çirkin kışkırtma
Cem Sultan mübarek makamları zi­yaret etmenin huzur ve sevinci içerisin­de Kahire'ye geldi ise de onu burada yeni tertipler bekliyordu. Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu karışık durumdan istifade etmek isteyen Karamanoğlu Kasım Bey, Cem'i kullanmak suretiyle eski beyliğine yeniden kavuş­mayı arzu ediyordu.
Bu maksatla ona üst üste kışkırtıcı mektuplar göndermişti. Kasım Bey bu maksatla Ankara Sancak Beyi, Trab­zon'lu Mehmed Bey ile anlaşmış, Da­rende'de (Karaman) bulunan Gedik Ahmed Paşa'nın ağzından yazılmış ba­zı mektuplar da uydurarak Şehzadeyi iknaya çalışmıştı. Bu arada timar ve zea­metleri ellerinden alınmış kimselerle mazul subaşılar da ikbal kaygısı ile Cem'e haber göndererek vaktin müsait olduğunu bildiriyorlardı.
Esasen Mısır'daki hareketsiz duru­mundan bunalan Cem Sultan'da, Ana­dolu'dan gelen bu haberler üzerine Memluk Sultanlığı'nın da desteği ile ha­rekete geçmeğe karar verdi. Bu maksat­la Kayıtbay'ın huzurunda düzenlenen mecliste sert müzakereler cereyan etti. Özellikle Memluk atabeglerinden Emir Özbek, Cem'in Osmanlı ülkesine bıra­kılması halinde iki devlet arasında doğ­ması muhtemel anlaşmazlıkları dile ge­tirerek onun bırakılmasına karşı çıktı. Buna rağmen Cem, sonradan Osmanlı­larla Memlukler arasında uzun süren savaşlara sebep olacak müsaadeyi Kayıtbay'dan almaya muvaffak oldu.
Yeniden Anadolu
27 Mart 1482'de Kahire'den hare­ketle yanında zaim ve subaşılardan mü­rekkep bir grup bulunduğu halde 6 Mayıs'da Haleb'e ulaştı. Kendisini burada Ankara Sancak Bey'i Trabzonlu Meh­med Bey bekliyordu. Ardından Adana'ya gelen Cem Sultan'ı burada da Karamanoğlu Kasım Bey karşıladı. Kasım Bey Cem'den, muvaffak olması halinde, yardımı karşılığında Karaman ülkesine sahip olma vaadini aldı. Böyle­ce Cem bir kez daha şansını denemek üzere Osmanlı ülkesine girdi.
Ereğli'ye gelen Cem, kapıcıbaşısı Si­nan Bey'i bir anlaşmaya varmak ümi­diyle Gedik Ahmed Paşa'ya gönderdi. Ancak bu teşebbüsünde muvaffak ola­madı. 6 Haziran'da yanında Kasım Bey'de bulunduğu halde Konya üzeri­ne yürüyerek kaleyi kuşattı. Bu arada Trabzon'lu Mehmed Bey'i de Ankara üzerine göndermişti. Cem Sultan Kon­ya kalesini şiddetle muhasara etti ise de Hadım Ali Paşa'nın cesaretle karşı koyması ile bir netice elde edemedi. Ankara üzerine yürüyen Mehmed Bey ise Rumeli Beylerbeyi'ne karşı yaptığı muharebeyi kaydederken hayatını da yitirdi. Mehmed Bey'in bozgun haberi­ni alan Cem Sultan Konya kuşatmasını kaldırıp Ankara üzerine bizzat yürüdü. Ancak bu teşebbüsünden de bir netice elde edemedi. Sultan Bayezid'in yak­laşmakta olduğu haberini alınca önce Akşehir'e sonra da Kasım Bey ile birlik­te Taşili'ne çekilmek zorunda kaldı.
"Boş yere yorgun düşme"
Cem Sultan, kendisini takiben Ereğli'ye gelen ağabeyi Bayezid'le bir kez daha müzakerelere girişti. Baye­zid'e elçi olarak giden Kapıcıbaşı Si­nan Bey Osmanlı ülkesinin bir kısmı­nın Cem'in idaresine bırakılmasını iste­di. Oysa ki bu teklif padişahın hatırın­dan dahi geçmiyordu. Bayezid, Cem'e gönderdiği mektubunda: "Aydınlık gönlünüze gizli değildir ki; Rum diya­rı baştan ayağa örtülü nazlı bir geli­ne benzer.
Öyle iki güveyin nişanını kaldıra­maz ve ortaklık kahrın götüremez. Bu sebeple kötülük tekliflerine kulağı­nızı tıkayasız. Boş yere atınızı gayret dizginleriyle yorgun düşürmeyisiz ve temiz eteklerinizi Müslümanların kanlarıyla haksız yere kirletmeyesiz. Şerefle ve mutlulukla Kudüs-i Şerif de konaklamayı seçseniz, ol kutsal top­raklarda yerleşseniz ne olur? Şimdiye kadar kendinize ait hazineniz gelirle­ri ne ise her yıl hepsi noksansız katı­nıza yollanacaktır. Bunu Hünkar and içmiştir." diyordu.
Sebep ne?
Buna rağmen Cem, Defterdar Meh­med Bey ve Bahşayişoğlu İmam Ali reisliğinde yeni elçi heyetleri ile arzusu­nu ısrarla tekrarladı ise de her defasın­da geri çevrildi. Sonunda Sultan Baye­zid, onun daha önceki dizelerine şu beyitleriyle karşılık verdi:
Çün rûz-ı ezel kısmet olunmuş bi­ze devlet
Takdire rıza vermeyesün böyle se­bep ne?
Hacet haremeynim deyûben dâ'va kılarsan
Ya saltanatı dünyeviye bunca ta­lep ne?
Yürü var Bayezid
Cem Sultan, ağabeyinin bütün müsbet tekliflerine sırt çevirdi ve atasından kalan maldan mülkten hisse isteğinde diretti. Bunun üzerine Hersekzâde Ah­med Paşa, Anadolu askeri ile Cem Sultan'ın üzerine gönderildi. Cem ise Ka­ramanoğlu Kasım Bey'le yaptığı gö­rüşme sonucunda deniz yoluyla Rume­li yakasına geçmeye karar vermişti. As­lında Cem'in maksadı, Akkoyunlu hü­kümdarının yanına gitmekti. Ancak Ka­sım Bey Rumeli'ye geçişte özellikle ıs­rarlı davranmıştı. Zira o, Bayezid'in Ru­meli'nde Cem'le uğraşmasını fırsat bile­rek Karaman ülkesinden bir kısım top­rakları koparabileceğinin hesabını yapı­yordu. Bu ikiyüzlünün kendi iyiliğim düşündüğünü sanan talihsiz Şehzade, 18 Temmuz 1482'de 30 kadar adamıyla Korkos limanından gemilere binerek Rodos'a doğru yola çıktı. Böylece, Şehzade'nin 13 yıl sürecek Avrupa esaret hayatı başlıyordu.
Şehzade'nin acı gurbet hayatının Avrupa safhası Tarih ve Medeniyet'in Mart 1995 sayısında genişçe yer aldı­ğından konunun bu kısmına girmiyor; mücadelenin artık bittiğini düşünen Cem Sultan'ın şu nefis beytiyle yazıyı noktalıyoruz:
Yürü var Bayezid sen süregör dev­ranını
Saltanat bâki kalur derlerse ol yalandır.

ANADOLU 5 ASIRLIK BİRLİĞİNİ YAVUZ SULTAN SELİM HAN’A BORÇLU

ANADOLU 5 ASIRLIK BİRLİĞİNİ YAVUZ SULTAN SELİM HAN’A BORÇLU
Asli kaynaklardan Osmanlı tarihini anlattığı “Kayı” serisiyle farklı bir bakış açısı sunan Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil, Yavuz Sultan Selim’in tesis ettiği Anadolu birliğinin 500 yıldır sürdüğünü söylüyor.
Hikâye tadında kaleme aldığı “Kayı” isimli kitap serisiyle Osmanlı tarihi araştırmalarına farklı bir üslup kazandıran Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Öğretim üyesi Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil; II. Bayezid Han ile Yavuz Sultan Selim’i anlattığı serinin üçüncü halkasıyla okurlarının karşısına çıktı.
KTB Yayınlarından neşredilen eserinde Şimşirgil, Bayezid Han’a atfedilen bazı tabirlerden, Yavuz Sultan Selim’in küpe taktığı meselesine ve Şii katliamı söylentilerine kadar tartışılagelen konulara açıklık getiriyor. Kitaplarında, anlattığı tarihî hadiseleri şiirlerle nakşeden Ahmet Şimşirgil Hoca ile “Kayı III”ü konuştuk.
NE DELİL VAR NE SENET
Bazı yazarlar II. Bayezid için sofu, tutucu gibi isimler verir. Bu konuda ne diyeceksiniz?
Şayet II. Bayezid Han’ın şahsiyeti iyi bilinse idi bunlar söylenemezdi. Bu gibi ifadeler ya bilmemekten veya Osmanlı tarihine taraflı veya ideolojik bakışlar dolayısı ile söylenir. II. Bayezid Han, veli tabiatı ile anılır. Cenab-ı Hakk’a bağlılığı ve aşkı her şeyin üzerindedir. Fakat onun ihsan ve hediyelerine, bağışlarına kavuşan pek çok sanatkarın, ulemanın ve meşayıhın isimlerinin geçtiği bir in’amat defteri, padişahın ilmi ve kültürel yönünü çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. Avrupa’daki sanat hareketleriyle ilgilenen, Anadolu’nun birçok şehrinde, Edirne’de, İstanbul’da şifahane, kütüphane, medrese, imaret ve mescitler yaptıran padişah mı tutucudur?
Bir de Sultan Bayezid, babası Fatih’in resmini sattı diyorlar.
Ancak hiçbir delil ve senet de gösteremiyorlar. Kime sattı? Kaça sattı? Nerede sattı? Ne zaman sattı? Alan ne yaptı? Bu soruların cevabını veremiyorlar. O tabloyu satın alanlar çöpe mi atmıştır ki iki yüz yıl sonra bulunmuştur. Kaldı ki Bellini’nin tablosunu nerede yaptığı ve kime sunduğu dahi meçhuldür.
Peki Selim Han’a değinmek istiyorum. Onun etrafındaki en büyük tartışmalardan birisi Anadolu’da bir şii katliamı yaptığı şeklindedir. Bu konunun aslı nedir?
Bayezid Han devrinin son üç yılında İran Safevi devleti, Anadolu’ya dailer (propagandistler) göndermek suretiyle isyanlar ve karışıklıklar çıkarmaya muvaffak olmuşlar ve Anadolu’yu parçalanmanın eşiğine getirmişlerdir. İsyanlarla mücadelede inanmayacaksınız ama, Osmanlının iki paşası ve bir sadrazamı (Hadım Ali Paşa) ile tam elli bin kişi şehit düşmüştür.
Selim Han, babası döneminde olaylara karışmış terörist durumunda olanları tespit ettirmiş ardından kimini sürgüne tabi tutmuş, kimini küreğe koydurmuş ve kimisini de öldürtmüştür. Dolayısı ile bunu bir katliam olarak değil hukuk içerisinde suçluların cezalandırılması olarak görmek gerekir. Büyük tarihçiler, padişahın bu konuda gösterdiği hassasiyetin fevkalade yerinde olduğunu belirtir.
CİHANGİR BİR PADİŞAH
Bu durumda Selim Han’a Anadolu birliğini sağlayan bir padişah diyebilir miyiz?
Yerinde bir tanım olur bu. Zira bölünmenin getirdiği kaosu ve felaketleri gören Selim Han, Türk ve İslam birliğini gerçekleştirmek yolunda dev adımlar atan cihangir bir padişahtır. Anadolu, birliğini ona borçludur. Kayı III’te Selim Han’ın yeniden birliği sağlama yolundaki gayretlerini ve çektiği çileleri görünce birlik ve beraberliğin önemi çok daha iyi anlaşılacaktır. Bakınız Selim Han’ın tarihini yazan Şükri-i Bitlisi’nin bir beyti günümüz bölünme ve parçalanmalarını dahi giderebilecek kıymettedir.
“Türk ilen Türk ü, Kürd ilen Kürd’em
Evde koyun u yabanda bir kurdam”
Tarihimize, dilimize, dinimize ve kültürümüze yabancılaştırmanın bizi birbirimize hasım etmek, düşman kılmak için tertiplenmiş en mühim bir tuzak olduğunu bugün daha iyi kavramaktayız.
KÜPE BATININ HAYAL ÜRÜNÜ
Malum çok tartışılan mevzulardan biri de Selim Han’ın resmi meselesidir. Bu resmin Şah’a ait olduğu söyleniyor. Sizce de bu doğru mu?
Hayır son zamanlarda dile getirilen en büyük yanlışlardan biridir. Selim Han portrelerinde kulağında küpe, boynunda incili madalyon, sarığında dilimli taç ile gösterilirir. Osmanlı minyatürlerinden görüldüğü kadarıyla Selim Han, kulağı küpeli bir şekilde resmedilmemiştir. Ayrıca kaynaklarda küpe taktığına dair bir ibareye de rastlanmaz. Selim Han’ın üzerinde kıyafeti dışında Avrupalı ressamların çizdiği portresi, neredeyse tıpa tıp kaynaklarda anlatılanlara benzemektedir. Ama böyle bir vaziyette Avrupalı ressamlar sadece üzerinde farklı giysi veya alametler gösterdiler diye o portre gerçek sahibinden çıkmaz. Kaldı ki bu ressamlar Selim Han’ı görerek değil muhtemelen Avrupalı tarihçilerin eserlerindeki anlatımlarından yola çıkarak çizmişlerdir. Dolayısıyla giysileri ve eşyaları ile iligili hatalar yapmaları normaldir. Öte yandan Selim Han için çizilen resimleri derhal Şah İsmail’e yakıştıranlar Şah’ın böyle bir giysisi, küpesi ve başlığı var mı diyerek, en küçük bir araştırmada dahi bulunmazlar. Şayet bulunsalardı ona ait resimlerde de bu tip eşyalara rastlamayacaklardı.

31 Temmuz 2013 Çarşamba

Yılmaz Özdil: Kuru erik soslu dana madalyon

Yılmaz Özdil: Kuru erik soslu dana madalyon

İki gün yoktum.
Şöyle bi toparlayıvereyim.

*
Kızılay Başkanımız “helal kan”la “helal ilaç” üreteceklerini açıkladı.
AKPirin yani.
*
Her güvenlik zirvesinde papağan gibi devletin beka’sı devletin beka’sı denirdi. Kırk kere söylersen olacağı buydu… PKK Suriye’de bayrak astı, “Bekaa’nın devleti” oldu.
*
Apo, süreç’i izah etmek için basın toplantısı yapmak istediğini açıkladı. “Devletle masaya oturduğumu iddia edenler şerefsizdir, ben görüşmüyorum, İmralı görüşüyor” diyebilir.
*
Akşam gazetesi müteahhitlere satıldı. Baraj ve duble yol inşaatlarında çalışmış muhabirler aranmaktadır. En az 5 yıl şantiye tecrübesi olan taşeron yazarlara kat karşılığı köşe verilir. Müracaat ihaleleri, kapalı zarf ve açık arttırma usulüyle yapılacaktır.
*
“Yoksulları hatırlamanızı, bir tas çorbayı paylaşmanızı istiyorum, bırakın şu beş yıldızlı lüks iftarları” diyen Başbakanımız, medyaya iftar verdi. Güllüklü çorbayla başlandı, közlenmiş kırmızı biber içinde peynir, zeytinyağlı enginar ve ekşili kuru patlıcan dolmanın ardından, kuru erik soslu dana madalyon, bademli sebze yahnisi ve kremalı patatese geçildi, tahinli cevizli kaymaklı kabak tatlısıyla birlikte Osmanlı şerbeti ikram edildi, el yapımı bakır kutuda lokum hediye edildi.
*
Yeni CHP iftar verdi. Sanki memlekette sadece onlar oruç tutuyormuş gibi cübbeliler sarıklılar imamlar davet edildi. İsmailağa cemaatinden bi arkadaş mesela, CHP’nin iftarına gideyim mi diye istihareye yatmış, Rabbimden olumlu netice çıkmış ve bu arkadaş iftara gelmiş…
Boğaz’a sıfır restoranda iftar veren Kemal Kılıçdaroğlu, ne kadar halk adamı olduğunu tarif edebilmek için, üniversiteye kadar yer sofrasında yemek yediğini anlatmış filan… Değil Gezi Parkı, Central Park direnişi yapsan, bu CHP’yle nafile kardeşim.
*
Yüksek Askeri Şûra bu sene gene ramazana denk geldi. Teravihe gidenlerin general, umreye gidenlerin kuvvet komutanı olması bekleniyor.
*
“Tencere tava gürültüsüyle komşuyu rahatsız etmek suçtur, kimsenin kimseyi rahatsız etmeye hakkı yok” diyen başbakanımız, tencere tava çalanların komşuları tarafından mahkemeye verilmesini istedi. Bizim mahallede bir adam 15 gündür sabaha doğru davul çalıyor.
Bi zahmet onu da!
*
Benzin beş lira oldu.
“Hiç kimse zamlar için kusura bakmasın, bizim petrol kuyularımız yok” deniyor. Peki, pırlanta madenlerimiz mi var? Pırlantada niye vergi yok?
*
Zerrin Güngör, Danıştay Başkanı seçildi. Anayasa Mahkemesi Başkanımız gibi Danıştay Başkanımız da iktisatçı… Yargıtay’ın başına da bi iktisatçı bulduk muydu, kelimenin tam manasıyla hukuk devleti oluruz gari.
*
Tahrir Meydanı’na helikopterden hediye kuponları atıldı. “Tebrikler, bardak kazandınız, mutfak seti kazandınız” falan yazıyor. Elin Arap’ı teknolojide bize fark atmış demek ki… Biz hâlâ kamyonla kömür taşımaya çalışıyoruz.
*
“Türkiye’de bir iki üç dört kişi polise şiddet uygularken ölüyor, Twitter’ta Facebook’ta dünyanın altını üstüne getiriyorlar, Mısır’da 300 kişi ölüyor, bunların 53 tanesi namaz kılarken ibadet esnasında kurşunlanarak öldürülüyor, dünya sessiz” dedi Tayyip Erdoğan… Bana sorarsanız “sözün bittiği yer” olduğu için sessizdir dünya.
*
Ve, “dört dörtlük Aleviyim” dedi.
Tirajı düşünce Alevilik dizisi yayınlayan gazetelere benziyor Başbakan… Yakında bir başka tiraj unsuruna sarılıp, “benim Mehmet Öz’üm” derse kimse şaşmasın.

Yılmaz Özdil: Başörtülü bacımızı trende linç etmeye kalktılar filan…

Yılmaz Özdil: Başörtülü bacımızı trende linç etmeye kalktılar filan…

Ali İsmail henüz komadayken… Barolar Birliği Başkanı Profesör Metin Feyzioğlu, Barolar Birliği’nin iki yöneticisiyle birlikte Eskişehir’e gidiyor, hastanede ziyaret ediyor, doktorlardan bilgi alıyor, umutla bekleyen annesi, babası ve avukat ağabeyiyle görüşüyor.
Ziyarete dair tüm bilgiler, ev sahibi Eskişehir Barosu’nun internet sitesinde yayınlanıyor, kimlerin katıldığı isim isim belirtiliyor.
*
Günübirlik ziyaret sona eriyor. Barolar Birliği’nin üç kişilik heyeti hızlı trene biniyor, Ankara’ya dönüşe geçiyor. Metin Feyzioğlu’nun cep telefonu çalıyor, arayan yabancı bir gazeteci, İngilizce konuşmaya başlıyorlar.
Mevzu elbette gezi parkı olaylarındaki polis şiddeti.
*
Üç beş sıra önde oturan türbanlı bir kadın kalkıyor yerinden, vagonun neredeyse yarısı boşken, Feyzioğlu’nun önündeki sıraya geçiyor, koltukların arasından kulak kabartıyor. Sonra fırlıyor ayağa,“Yalan söylüyorsun, polis kimseye zarar vermiyor, hem bunları söyleyeceksin, hem de bizim yaptığımız hızlı trene bineceksin, git kara trene bin” diye bağırıyor.
*
(Bu türbanlı kadının, kalkınma bakanı yardımcısı, eski AKP milletvekilinin eşi olduğu anlaşılıyor. Hızlı trenin niye “hepimize ait olmadığı” anlaşılamıyor.)
*
Neyse… Feyzioğlu her zamanki sakinliğiyle cevaplıyor. “Lütfen, insanların telefonda konuştuklarına müdahale edemezsiniz” diyor. Hepsi bu. İkinci cümle yok. Kadın susmuyor. Hem söylenmeye devam ediyor, hem de cep telefonuyla Feyzioğlu’nun fotoğrafını çekmeye çalışıyor. O sırada, önlerde oturan bir adam müdahale ediyor, “Utanmıyor musunuz tek başına bir kadına yüklenmeye” diyor!
*
Vaziyet anlaşılıyor. Hır çıkması için özel çaba var. Büyük ihtimal, Ankara’da, son durakta, yandaş medya kameralarıyla karşılama töreni yapılacak. Ayılma bayılma, akşam cümleten ana haber bülteni… Feyzioğlu ve arkadaşları, bir durak önce inmeye karar veriyor. Tren Sincan’da duruyor, ayağa kalkıyorlar. E sürpriz tabii… Kadının telefonda konuştuğu kişiye “Hay Allah iniyorlar” dediği duyuluyor.
*
Aynı gün, söz konusu kadın, yaşadıklarını sosyal medyada paylaşıyor.
“Hızlı trende vatan haini… Beni de linç edeceklerdi ama, Allah ayaklarına dolandırdı”diyor.
*
Bir ay sonra, savcılığa suç duyurusunda bulunduğu ortaya çıkıyor. Metin Feyzioğlu hakkında“hakaret”ten, barolar birliği yönetim kurulu üyeleri Sabri Çepik ve Kürşat Karacabey hakkında“yaralamaya teşebbüs”ten soruşturma açılıyor.
*
Küçük bi pürüz var…
Sabri Çepik trende yok!
*
Yaralamaya teşebbüsten işlem yapıldığına göre, kadına fiziken saldırmış olması lazım… Ama, trende bile değil.
*
Çünkü “başörtülü kadına saldırdılar” falan diye manşet üstüne manşet atan gazteci kılıklı tipler,“Kardeşim, bu adamlar kadına saldırırken kartvizit mi verdi, kadın bunların ismini nerden biliyor, polis yok, tutanak yok, hadi Metin Feyzioğlu’nu tanıyor diyelim, öbürlerinin alınlarında mı yazıyor” diye sormuyor.
*
Peki, nasıl oluyor da oluyor?
Metin Feyzioğlu, Sabri Çepik ve Kürşat Karacabey adına üç gün önce bilet alınıyor. Seyahat günü, Sabri Çepik’in katılması gereken bir toplantı çıkıyor. Ankara’da kalıyor. Eskişehir’e bir başkası gidiyor. Ama suç duyurusundan anlaşıldığı kadarıyla, bilet alındığı anda, zaten “iddianame” yazılıyor.
*
Bitmedi…
“Türbanlı kadını trende yaraladı” denilen dakikalarda, Sabri Çepik nerede? Barolar Birliği’yle yürütülen bir proje için, Adalet Bakanlığı’yla toplantıda iyi mi!
*
“Kalkınma” bakanı yardımcısının eşi mağdureyken, “Adalet” Bakanlığı sanıkların şahidi yani… Biri yapar biri bozar misali, tam “Adalet” ve “Kalkınma” partisi.
*
Dolayısıyla, yandaş medyaya burdan çağrıda bulunuyorum. Başörtülü bacımıza trende saldırdılar fiyaskosundan
bi şey tutturamayacağınız belli… Sincan’da indiklerine göre, kesin 28 Şubatçıdır bunlar, bence ordan deneyin!

Yılmaz Özdil: Aman ha Kürdistan kurulur murulur…

Yılmaz Özdil: Aman ha Kürdistan kurulur murulur…

AKP kongresinin “onur” konuğu olan Barzani, başkanlık sarayında Kürdistan kongresi düzenledi, keşke Apo da burda olsaydı dedi.
*
O sarayı biz yaptık.
*
Başbakanlık binasını, içişleri bakanlığı binasını, kültür bakanlığı binasını biz yaptık. Merkez Bankası binasını biz yaptık. Erbil havalimanını biz yaptık. Süleymaniye havalimanını biz yaptık. Rahat rahat gidip gelsinler diye tarifeli uçak koyduk. Üniversitelerini yurtlarıyla, kampuslarıyla biz yaptık; Türkiye’nin güneydoğusunda dünyaya geldiysen, bu üniversitelere sınavsız kabul ediliyorsun, eğitim bedava, barınma bedava, cebine her ay 200 dolar harçlık koyuyorlar. İçme suyu şebekelerini biz kurduk. Toplu konutlarını biz diktik. Petrol çıkarma tesislerini biz kuruyoruz. Petrolü doğalgazı bizim sırtımızdan satsınlar diye, kendi ellerimizle kendimize boru döşedik. Beş yıldızlı otellerini, spor salonlarını, alışveriş merkezlerini biz yaptık. Talabani “Türkiye’ye kedi bile vermem” derken, PKK’lıların ücretsiz tedavi edildiği hastaneleri biz yaptık. Laboratuvarlar, sağlık merkezleri kurduk. Kafamıza çuval geçirdiler, kelepçe taktılar, subayımızın kaburgasını kırdılar… Teşekkür mahiyetinde, Amerikan üssünü biz inşa ettik. Kendi vatandaşımıza 20 kuruştan verdiğimiz elektriği, Kürdistan’a 10 kuruştan veriyoruz… Ki, ben Kürdistanlı olsam, yakalamışım böyle cillop gibi T.C. hükümetini, beş kuruş bile fazla, anca üç kuruş filan veririm. Kullandıkları “ampul” de bizden… İçme suyu şebekelerini, kanalizasyonlarını, arıtma tesislerini, sulama kanallarını, enerji iletim hatlarını, köprülerini, viyadüklerini biz yaptık. Hatırlar mısınız bilmem, Türk işçilerini taşıyan kiralık uçak Bağdat’a inerken çakılmıştı, hepsi rahmetli olmuştu. Arıtma tesisi kurmaya gidiyordu o işçilerimiz… Duhok’la Zaho’yu dağın altından birbirine bağlayan tüneli biz yapıyoruz. Kendi memleketimizdeki tüneli İtalyanlara yaptırıyoruz, Kürdistan’ın tünelini biz yapıyoruz. Banka binalarını yapıyoruz. Et entegre tesislerini yapıyoruz. Kapalı otoparklarını yapıyoruz. Altgeçitlerini üstgeçitlerini yapıyoruz. Barzani’nin babasına anıtmezar yaptık. Plazalarını yapıyoruz, havuzlu villalarını yapıyoruz. Sosyal yaşam gelişsin diye, sinemalarını, tiyatrolarını, kültür merkezlerini yapıyoruz. Çocukları mutlu olsun diye parklarını yapıyoruz, Tatilya’yı bile oraya gönderdik. Erbil caddelerindeki okaliptüs ağaçları savaş sırasında kurumuştu, vah vah, derhal devreye girdik, sosyal sorumluluk projesi kapsamında, para mara almadan, palmiye ağaçları diktik.
*
Çöpçülük de bizim… İnsanın koltukları kabarıyor. Belediye binalarıyla beraber, caddelerin, sokakların temizlik ve çöp toplama işini yapıyoruz. Ne kadar gurur duysak azdır. Kamu hizmetlerindeki garsonluk ve “uşak”lık işine de talibiz.
*
İddia ediyorum.
Fırsat bu fırsat deyip, Kandil’deki mağaraları, sınırdaki kampları restore ettirmek için ihaleye çıksın Apo… İşi biz kapmazsak, yüzüme tükürün.

Yılmaz Özdil: Kasımpaşa İnönü’dür

Yılmaz Özdil: Kasımpaşa İnönü’dür

İnönü Stadı yıkılıyor; Beşiktaş bu sezonu Kasımpaşa Recep Tayyip Erdoğan Stadı’nda geçirecek.
*
Kasımpaşaspor özel madde koymuş, tribünlerden siyasi içerikli küfredilirse, sözleşme derhal feshedilecekmiş.
*
Maçın ortasında topunu alıp giden çocuk gibi yani… Başbakanımıza faul yaparsanız, oynatmam demiş.
*
Halbuki…
Sene 1948.
Londra Olimpiyatı.
Bizim güreşçiler, asker bavulu gibi yerden yere vuruyor, rakiplerin tuş olmaktan adeta sırtı soyuluyor. Altı sıklette altın madalya alıyoruz. Üçü, aslanlar aslanı Yaşar Doğu, Celal Atik veNasuh Akar. Diğer üçü, Kasımpaşaspor güreşçileri Gazanfer Bilge, Mehmet Oktav ve Ahmet Kireççi… Hani “Türk gibi kuvvetli” lafı vardır ya… İşte onun orijinali olan “bir Türk’ten kuvvetli ancak iki Türk vardır” lafı, İngiliz basınında slogan oluyor. Sonra ne oluyor? Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Türkiye’yi gururlandıran Kasımpaşaspor’u tarihe geçiriyor, armasında Türk bayrağı taşıma onuru veriyor. Böylece Kasımpaşaspor, İsmet İnönü sayesinde, sadece üç kulübümüze nasip olan“milli-manevi miras”a sahip oluyor.
*
Kasımpaşaspor Stadı Tayyip Erdoğan ismini taşıyor ama… Mevzubahis İnönü’yse, gerisi teferruattır. Yarın öbür gün devran döner, iktidar değişir, Tayyip Erdoğan levhasını söküp yerine başkasını takarlar. Armadaki ay-yıldız kalır.
*
Kasımpaşaspor…
İlelebet İnönü’dür.
*
Üstelik, siyasi içerikli küfredenler
o stada girmeyecekse… En başta,
bu milletin kahramanı İnönü’ye
Hitler falan diyen Recep Tayyip Erdoğan’ın girmemesi gerekir!

Yılmaz Özdil: E yaz bitiyor nerdeyse

Yılmaz Özdil: E yaz bitiyor nerdeyse

Müsaadenizle.
Biraz araziye uyayım.
Şezlong, zıpkın, ahtapot filan.
*
Tam olarak izin denemez aslında… “9 Eylül”de piyasaya çıkacak olan yeni kitabımın son rötuşlarını yapacağım. İki senedir üzerinde çalışıyorum. Beş gazetenin arşivinden 460 bin sayfa taradım. Sırf arşiv taraması 1.5 senemi aldı. İsim Şehir Hayvan ve İsim Şehir Bitki gibi köşe yazılarımdan derleme değil… Sıfırdan yazıldı. 3 Kasım 2002’de başlıyor. Bugüne kadar geliyor. Çıraklık, kalfalık, ustalık diye üç bölümden oluşuyor. Huninin ağzına yaklaştıkça hızlanan girdap misali, memleketin döne döne nasıl sürüklendiğini anlatıyor. Hangi olayların peş peşe, hangi sırayla üstümüze yürüdüğünü… Bir bakışta görebilmeniz için hazırladım. İsmi şimdilik sürpriz kalsın. Okurken ne hissedeceksiniz bilmiyorum ama, yazarken hissettiğim şuydu: Tarih, böyle sinsi ihanet görmedi.