30 Temmuz 2013 Salı

Anadolu Aslanları : Dünden Bugüne Anadolu Girişimcisi

 Dr. Kemal KAHRAMAN
Umutların daraldığı, daraltıldığı bir süreçten geçiyoruz. Siyasi ve ekonomik atmosfer, özgüven ve girişim duygularımızı köreltme yönünde baskı yapıyor. Ama yaşanan, tarih boyunca bu toprakların şahit olduğu geçiş dönemlerinden sadece birisi. Umutsuzluğa kapılmak yok; varlığımızın temelleri sapasağlam yerlerinde duruyor. içinden geçtiğimiz ekonomik ve sosyal kaos ortamına aldanmayın. Anadolu, bağrından Çıkardığı iş adamları ve girişimcileriyle ekonomik ve sosyal kalkınma potansiyelini içinde taşıyor. 

Geçtiğimiz zaman dilimi gösterdi ki insanımız, günümüz teknolojisini ve işletme yöntemlerini rahatlıkla kullanıyor. Sanayi ve ticarette başarılı örnekler veriyor. öte yandan milletinin sosyal ve kültürel varlığına sahip çıkıyor. Gerektiğinde kendisine miras kalan büyük bir medeniyetten ilham alabiliyor. Geçmişini inkar etmiyor, bu mirası bırakan atalarına saygı gösteriyor. Horasan erlerinin, erenlerinin kurduğu Ahilik teşkilatı gibi, Hazret-i Peygamber devrine kadar uzanan bir geleneği günümüze taşıyor. Dini için dünyasını, dünyası için dinini terk etmeyenlerin geleneğine. Anadolu aslanlarının hikayesi işte böyle başlıyor. 

HİCAZ'DAN FİLİPİNLER'E 

İslam'ın ortaya çıktığı Mekke bir ticaret şehriydi. İslam Peygamberi bu mesleği şereflendirenlerin başında geliyordu. 

Hadisi Şeriflerde dürüst tüccarın kıyamette göreceği mükafatlar bir bir açıklanıyor, bu durum tüccar ve iş adamlarına İslam toplumunda saygın bir mevki kazandırıyordu. Hazreti Ömer'in şöyle dediği rivayet edilir : "Ölümün, beni pazar yerinde ailem için alış veriş yaparken yakalamasından daha çok memnun olacağım bir yer yoktur." Hazreti Peygamber Medine'de Ensar ve Muhacirin'i kardeş ilan etmişti. Muhacirin'den Abdurrahman bin Avf'ın Medine'li kardeşi, malının yarısını kendisine vermeyi teklif etti. Avf'ın cevabı şöyle oldu : "Allah seni malınla mülkünle çocuklarınla mesut etsin. Ben senden hiçbir şey istemiyorum. Sen bana çarşının yolunu göster. " Avf kısa zamanda zengin oldu ve hayırseverliğiyle tanındı. Ona" zenginliğinin kaynağı nedir?" diye sordular. Cevabı ticaret ehline düstur olacak nitelikte : "Ben dükkanıma gelen hiçbir müşteriyi geri çevirmedim". 

Gerçekten bugün dünyadaki başarılı şirketler, müşteri üzerinde odaklaşan şirketlerdir. İslam'ı Asya, Afrika içlerine götüren akıncılar tüccarlardı. Hindistan, İslam’ı ilk defa Müslüman tüccarlarla tanıdı. Sayısız tüccar grubu gittikleri yerlerde hem ticaret yaptı, hem de oralara birer misyoner gibi, İslam’ı taşıdı. Bugün Endonezya'da, Java adalarında Filipinler'de, Malezya'da ve Afrika'nın en ücra yerlerinde yoğun bir Müslüman nüfus varsa, bunun sebebi "Yeryüzü sana mescit kılındı" hitabına uyarak uzaklara giden, oralarının mallarını Batı'ya tanıtan, oralara yerleşen Müslüman tüccarların dünya çapındaki faaliyetleriydi. 

Allah'ın mülkü bütün insanlığın hizmetindeydi. O günün teknik imkanları kısıtlı olmasına rağmen, geniş vizyonlarıyla sınır tanımadılar ve bugünlerde çokça sözü edilen globalleşmenin ilk sağlıklı örneklerini verdiler. Uzak diyarlara sömürmek için değil diriltmek için gittiler. Büyük İslam alimleri geçimlerini sağlayacak bir sanat veya ticaretle meşgul oldu. Hanefi Mezhebinin kurucusu büyük alim ve veli Ebu Hanife bir tüccardı. Dünya ve ilim işlerini birlikte götürüyordu. 

ANADOLU KAPILARI

Öncü Müslüman tüccarların ulaştığı bir bölge de, Orta Asya ve Türk dünyasıydı. Türk dünyası Allah'ın bir lutfu olarak büyük çatışmalara girmeden büyük gruplar halinde İslam’la şereflendi. Horasan erleri, erenleri yetişmeye başladı. Türk dünyası, siyasi olduğu kadar sosyo-ekonomik örgütleriyle de yeni medeniyete katkıda bulunmaya başladı. iş ve ticaret dünyasının en önemli örgütleri Fütüvvet, Ahilik ve Loncalar ortaya çıktı. Anadolu kapılarının açılmasıyla birlikte Anadolu toprakları yepyeni bir iş ahlakıyla tanıştı. Bu ahlak, samimiyet, cömertlik, Allah'tan başkasına kul olmama, iki günü bir o1mama, tevazu, misafirperverlik, merhamet, dürüstlük ilkelerine dayanıyordu. Temel düstur: Eline, beline, diline sahip olmaktı. Türk insanına ait bir iş örgütlenmesi olan Ahilik, siyasi gelişmelerin de temelini oluşturdu. Özellikle Selçuklu devletinin yıkılmasından sonra Anadolu'nun yeniden imarında büyük bir fonksiyon üstlendi. Horasan erlerinden Ahi Evran Anadolu'yu inşa eden zihniyetin temellerini attı. Kurduğu güçlü esnaf ve sanatkar teşkilatı ile sosyal hayatın belkemiğini oluşturdu. Anadolu'yu sosyal ve ekonomik açıdan derleyip toparladı, Osmanlı devletini kuran kurumları meydana getirdi. Ahi Evran bir alim, bir tasavvuf ehli ve veli idi. Fahreddin Razi'den, Suhreverdi'den ders aldı, Ahmet Yesevi dergahında yetişti. Bu onu Horasan erlerinin yoluna koydu. Anadolu Selçuklu Sultanı'nın daveti üzerine Muhiddin-i Arabi ile birlikte Anadolu'ya gelerek yerleşti. O aynı zamanda bir iş adamıydı. 
Dericilik yaparak geçiniyordu. İslam ahlakı ve tasavvuf prensiplerini esas alarak esnaf ve sanatkarların dayanışmasını sağlayan bir sistem geliştirdi. Ahilik teşkilatı o zaman devletin kontrolü dışında ve tamamen sivil bir örgütlenmeydi. Ahilik, usta kalfa-çırak prensibine göre şekillendi. Her mesleğin (sektörün) bir birliği, her birliğin sahibi vardı. Ahi olabilmek için iş ve sanat sahibi olmak gerekiyordu. Ama bu yetmiyordu. Helalinden kazanmalı, cömert ve mütevazi olmalı, namazlarını kılmalı, nefsine hakim olmalı, haramdan, ölçüde adaletsizlikten kaçınmalıydı. Ahi Evran'ın hanımı ise dünyadaki ilk kadın örgütü olan Bacıyan-ı Rum teşkilatını kurarak Anadolu'da Türk kültürünün sağlam temeller üzerinde gelişmesini sağladı. Bu teşkilatlar, Moğol işgali ve tehdidiyle parça parça olan AnadoIu1daki Türk ve İslam varlığını yıkımdan kurtardı. Anadolu'da Türkler sadece siyasi bir örgüte dayansaydı art arda gelen Haçlı ve Moğol istilaları karşısında varlığını sürdüremeyecekti. 

OSMANLI TECRÜBESİ
Osmanlı devletinin hamurunda da aynı prensipler vardı. Osman Bey, bir Ahi babası olan Şeyh Edebali'nin kızı ile evlendi. Orhan Gazi ve Murat Han, Ahi kuşağını kuşanıp bu kurumun gelişmesini teşvik etti. Osmanlı toplumunda Ahilik devletle toplum arasındaki ilişkileri düzenleyen bir kurum olarak kendini gösterdi. Ticaret ve sanat hayatı onların kontrolündeydi. Ürünlerin kalitesi, ücretler, fiyatlar, çalışma şartları onlar tarafından düzenlenip denetleniyordu. Haksız rekabet ve tekelciliği onlar önlüyor, tüketiciyi onlar koruyordu. Kalitesiz mal üretenler veya satanlar onlar tarafından cezalandırılıyor veya meslekten ihraç ediliyordu. Ahilik teşkilatı ahlaktan eğitime, sosyal güvenlikten siyasi ve askeri sahaya kadar pek çok fonksiyon üstlendi. Osmanlı devletinin düşüş devrine girmesiyle birlikte sosyal ve ekonomik hayat da bozulmaya başladı. 19. yüzyıla gelindiğinde Ahilik, fonksiyonlarını büyük ölçüde kaybetti. 

Osmanlı devlet ve toplum düzeni yabancıların kontrolü altına girdi. Ticari hayata Galata Bankerleri, Avrupalı bankerler ve yabancı elçilikler yön vermeye başladı. iç ve dış borçlar yüzünden kurulan Duyunu Umumiye idaresi Osmanlı Devleti'nin egemenlik haklarını elinden aldı. Türk insanının kendi iş ve ticaret teşkilatı olan Ahiliğin gerilemesi, devletin gerilemesi anlamına geliyordu. Çünkü devlet, siyasi, iktisadi ve sosyal yapısıyla bir bütündü. Sivil toplum örgütleri siyasi yapının temelini oluşturuyordu. Önce temeller zayıfladı. Sonra devlet çöküşe doğru sürüklendi. Tanzimat, meşrutiyet ve sonrasında iktisadi ve sosyal hayat giderek daha fazla devletin kontrolüne girdi. Bunun adına merkezileşme deniyordu. Devlet merkezini kolayca kontrol edebildiklerini gören batılı güçler, geleneksel mahalli örgütleri ortadan kaldırmaya veya merkeze bağlamaya zorladı. Bu çerçevede geleneksel mahalli idare teşkilatı lağvedildi. Vakıfların gücü giderek zayıfladı. Ekonomik hayatın düzenlenmesi de o hayatın temel taşları olan ticaret ve sanat erbabının elinden çıktı. Ahilik teşkilatının terk ettiği alanları devlet ve onu kontrol eden yabancı finans çevreleri aldı. Kapitülasyonlar, ticari imtiyazlar, dış baskılar Osmanlı ekonomisini çökertti. Anadolu bir kez daha Osmanlı öncesi ölüm kalım sürecine girdi.

Osmanlı devletinin siyasi varlığı sona ermeden, ekonomik varlığı sona erdi. Gümrükler, demiryolları, vergi gelirleri, dış borçlar nedeniyle yabancı kontrolü altına girdi. Bu durum Birinci Dünya Savaşı'nda yaşanan işgallere zemin hazırladı. Osmanlı devleti ticari ve sosyal hayata müdahale ederek kurtuluş yolları aradı. O zaman sosyal hayatta Türk ve İslam unsurlar bürokrasi ve askerlikte yoğunlaşırken Rum, Ermeni ve Yahudi unsurlar ticaret, zenaat ve finans sektörlerinde yoğunlaşmıştı. Yenileşme sürecindeki yabancı baskılarıyla azınlıklar hem ekonomik hayatta hem de bürokraside söz sahibi olmuşlardı. Ölüm kalım savaşında devletin ancak Türk ve İslam tebanın omuzlarında yükseleceğini anlayan hükümetler, milli iktisat politikalarını uygulamaya koydular. Milli sermayeyi, şirketleri ve finans sektörünü yaygınlaştırmak için teşvik ve himayeci politikalar izlemeye başladı. Anadolu sermayesi desteklendi. Milli bir kalkınma hamlesi başlatıldı. Aslında yabancı tüccarların ve onlarla ortak olan azınlıkların desteklenmemesi bile yeterliydi. 

Devletin milli iktisada sahip çıkması, Anadolu aslanlarının hızla etkilerini artırmalarına yetti. Özellikle Balkan Savaşlarından sonra Anadolu girişimcisi milli kalkınmanın gereği olarak kendi şirketlerini ve finans kuruluşlarını oluşturmaya başladı. İstanbul'da ve büyük Anadolu şehirlerinde anonim şirketler hızla arttı. 1920’ye gelindiğinde Konya'da 19, İzmir'de 11, Aydın, Kütahya, Kayseri, Eskişehir, Ankara gibi şehirlerimizde 3'er olmak üzere daha birçok şehrimizde anonim şirketler ve bankalar kuruldu. 

İKİYÜZ YIL SONRA

Tanzimat'la birlikte yürürlüğe giren merkeziyetçi ve devlet eliyle kalkınma çizgisi varlığını 1950'li yıllara kadar sürdürdü. Cumhuriyete milli kalkınma hamlesi miras kaldı. Ama özel teşebbüs hala zayıftı ve sivil örgütler henüz mevcut değildi. Ekonomik hayat devletin veya devlet eliyle palazlanan bazı girişimcilerin elindeydi. 

Büyük işadamları mutlaka devlet teşviklerine, kredilerine veya serbest 01mayan Pazar şartlarına dayanıyordu. Anadolu işadamları ve esnaf bu haksız rekabet ortamında ya bayilik veya küçük sanayi işlerini üstlenebiliyordu. Fakat zaman geldi ikiyüz yıllık fetret devrinin sonu görünür gibi oldu. Piyasa ekonomisi ağırlığını koydu. Devletçi ekonomiler birer birer tarihe karıştı. Devletçiliğin sembolü olan Rusya, piyasa ekonomisine geçerek devlet işletmelerini elden çıkarmaya başladı. Ağır sanayiini Rusya’ya kurduran Türkiye yine takipteydi. Bütün dünya özelleşirken devletçi yapıyı korumamalıydı. Serbest Pazar, rekabet, devletin küçültülmesi, yeni dünyanın sloganlarıydı. Fakat özelleşme sadece iktisadi işletmelerde olamazdı. Özel teşebbüs, kendi örgütlenmesini gerektiriyordu. Mesleki bir dayanışma gerekiyordu. Sosyal ve kültürel geleneğimiz mesleki dayanışma örgütlerine yabancı değildi. Dünyanın ilk sivil mesleki örgütünü onlar kurmuştu. Ahilik teşkilatı yeniden gündemdeydi. Horasan erenleri, erlerini bir kez daha göreve çağırmaktaydı. Anadolu yine tehlikedeydi. Siyasi, sosyal ve ekonomik bir zaaf yaşanmaktaydı. Onu ayakta tutacak olan yine Anadolu insanının direnme gücüydü. Bir zamanlar Ahi Evran'ın yaşadığı Kayseri'de, Konya’da, Bursa'da, Denizli'de adeta ekonomik bir devrim yaşandı. Anadolu insanı, girişim gücünü ortaya çıkarma imkanı buldu. Anadolu aslanları dünyanın yaşadığı sivilleşme, özel teşebbüs ve rekabet ortamına uyum sürecinde tekrar ortaya çıktı. 
Dişleriyle, tırnaklarıyla biriktirdiler, ülkelerinde ve yurt dışında büyük şirketler kurdular. İstanbul, Bursa, Kayseri, Konya, Gaziantep, Denizli, Yozgat, Çorum. Berlin, Köln, Paris, Londra, Sydney. Her yerde ekonomik hayatta varlıklarını gösterdiler. Anadolu insanına iş sağladılar, ürettiler, yolları açıldıklarında neler yapabileceklerini gösterdiler. Dış ülkelerde ise işyerlerinde Almanları, Fransızları, Rusları çalıştırarak onlara da istihdam sağladılar. Türkiye’yi ısrarla turizm ülkesi olarak görmek isteyen, sürekli dış borç batağına çeken yabancı finans kuruluşlarına seslendiler; Biz iş adamlarıyız! Üretiriz, satarız, sizin ülkelerinize de turist olarak gelir, döviz bırakırız! Anadolu'da çarklar adeta tersine dönmeye başlamıştı. işte bu ortamda, bu ülkenin misafirleri değil bin yıllık sahipleri olduğunun bilincinde olan sanayici ve işadamları yurdun her yanında bir araya gelerek mesleki ve sivil toplum örgütleri kurdular. Fakat bu insanlar kendi şehrinden büyük merkezlere, oradan dış ülkelere açıldıkça karşısına ne gibi engeller çıktığını gördü. Haksız rekabet şartlarına, devlet tekeline, teşviklere, gümrük avantajlarına alışmış olan girişimler ve girişimciler rahatsız oldu. 

Osmanlı Devleti'nin kanını emen Galata Bankerleri'nin yerini şimdi yerli ve yabancı birtakım finans kuruluşları almıştı. Ekonomiyi yönetenler, son devir Osmanlı bürokratlarının gafleti içindeydi. Ekonomiye IMF, Dünya Bankası gibi yabancı kuruluşların dayatmaları doğrultusunda yön verme gayreti içindeydi. Bu finans örgütlerinin amacı üçüncü dünya ekonomilerini bağımlı ve dış kredilere muhtaç bir halde tutmaktı. Krediler nedense kalkınmaya yol açmak yerine borç batağını derinleştiriyordu. 

Bunu sürdürmenin yolu ise siyaseti kontrol altında tutmaktı. Siyaseti kontrol altına aldılar ve Türkiye Dünyanın en borçlu ülkesi haline geldi. Her şey Osmanlı'nın son devrini hatırlatıyor. Fakat sular klasik bürokratların istediği yönde akmıyor. Yerli ve mahalli güçler gelişmek istiyor, ulusal ve uluslar arası düzeyde yeni birlikler oluşuyor, gümrükler gevşiyor, piyasa rekabet ortamına doğru kayıyor. Devletçi ekonomiye alışkın olanlar için iki seçenek var. Suları yokuşa akıtarak eski siyasi ve ekonomik sistemi muhafaza etmek. Veya yeni dünya şartlarına ayak uydurmaya çalışmak. 

Türkiye halen bu yol ayrımında bekliyor. Fakat sular bir türlü yokuşa akmıyor. Türkiye’yi yönetenler dünyadaki gelişmelere direndikçe kendileriyle birlikte ülkeyi ekonomik kaosa sürükledi ve bugünlere getirdi. 

KAZANÇ VE BEREKET

“Yememiştir kimse alın terinden daha hayırlısını” diyerek yola çıktılar. Bu ülkede un vardı, şeker vardı, yağ vardı ama bir türlü helva yapılamıyordu. Bunu yapmak, Ahi Evran'ın torunları olan Anadolu insanına düşüyor. Anadolu'yu hallaç pamuğu gibi atan haçlı seferleri ikiyüz yıl sürmüştü. ikiyüz yıllık bir düşüş devrinden sonra Anadolu insanı yeniden toparlanmasını bildi. Bir yandan da kendi meslek örgütlerini kurdu, geliştirdi. 

Ülkesi için neler yapabileceğini gösterdi. Şimdi milli iktisat hamlesinde olduğu gibi, memleket daha büyük gailelere düşmeden yolunun açılmasını bekliyor. Kazanç ve bereket. Anadolu insanı bu iki kavramı birbirinden ayırmıyor. Bereketsiz kazancın işine yaramayacağını biliyor. Bu nedenle asırlar öncesinden kendisine ulaşan mesaja kulak veriyor: Ancak birliğin olduğu yerde dirlik vardır. Sadece kazanç peşinde koşmuyor. Helal kazanç arıyor. Çalıştırdığı insanın haklarını gözetiyor. inancının gereklerini yerine getirmeye, mütevazı olmaya, yoksullara yardım etmeye, her türlü haksızlıktan kaçınmaya özen gösteriyor. Haksız kazancın ahlaki çürümeyi, ahlaki çürümenin toplumların sonunu getirdiğini biliyor. Devletin geleceğini mesleki ve sivil toplum örgütlerinin güçlenmesinde görüyor. Türkiye, hayli zamandır düçar olduğu ekonomik ve sosyal bunalımlardan kurtaracak insanları bekliyor. Horasan erenlerinin, Ahi Evran'ın torunlarını bekliyor.

Türk Kültür Tarihi Bakımından Arşivlerimizin Önemi

 NEJAT GÖYÜNÇ

Zaman zaman yurdumuzun yer-altı ve yer-üstü servetlerinden söz edilir, bunların değerlendirilmesi yapılarak, kah işletemediğimiz, onaramadığımız için üzüntü duyulur, kah Allah'ın yurdumuza bahş ettiği bu lutuf ve bereketten doğan kıvanç ve öğünç paylaşılır. Lakin, aslında yer-yüzünde olmakla beraber, zenginliği, ehemmiyeti, toplumumuza maddi ve manevi sahada sağlayabileceği faydaları çoğunluğun meçhulü olduğu, bazan sandıklar içinde, bazan rutubetli yerlerde bizlere, insan yüzüne, temiz havaya, güneşe hasret kaldıkları için, saklı, gizli, gözlerden ırak bir hazinemiz daha vardır :

 Türkiye Arşivleri ve içerisindeki bakım bekleyen, tozdan, nemden sahifelerini bazan dantela gibi işleyen kurtlardan arınmaya muhtaç, ancak bir kısmının sayısı hakkında tahminler yürütülebilen bir yığın evrak, tam deyimi ile ''yükte hafif, bahada ağır'' bir sürü kağıt parçası. Onları bir yandan küçük kitap böcekleri kemirir, karınlarını doyururken, diğer taraftan bir kısım dostları onların açlığı, özlemi içerisindedirler; bu zararsız yaratıklar onları deşememe, değerlendirememenin çâresizliği içerisinde yanar, tutuşurlar. Belgeler ve okuyucuları, engin sessizlik ve sabırla bekleyişleri içerisinde maksat bakımından biribirlerine zıt iki kutup teşkil ediyor gibi görünürler. Halbuki, onları, aslında biribirlerinin gönüllerinde yatan, kavuşacakları günü, ânı bekleyen bahtsız sevgililere benzetmek daha doğru olur. 

Arşivlerimiz hem kemiyet, hem keyfiyet bakımından çok zengindirler. Her iki yönü ile de, bunların haşmetlisi olan İstanbul’da Başbakanlık Arşivi’ nde mevcut belgelerin çekirdeğini sadârete, yani Divan-ı Humâyun'a ve Bâb-ı Âsafî'ye ait bulunanlar meydana getirir. 1945'den sonra Maliye, Vakıflar, Bâb-ı Âlî ile muhtelif bakanlıklara ait bir kısım evrak da buraya devr olunmuş, sonraki sekiz yıl içerisinde miktarları 23 milyonu aşmıştır. Başbakanlık Arşivi'ndeki münferit belgelerin miktarı, bizzat onun kıymetli Genel Müdürü Mithat Sertoğlu tarafından 50 milyon civarında kadar tahmin edilmiştir. Türkiye'nin bu en büyük, ismi ansiklopedilere girmiş arşivinin dışında, yine İstanbul'da Deniz ve Topkapı Sarayı Müzesi, Defterdarlığın alt katındaki Hariciye, Süleymaniye'deki Müftülük Arşivleri'nin, Ankara'da Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü, Vakıflar Genel Müdürlüğü, Kızılay Genel Müdürlüğü, bir kısım Bakanlık Arşivlerinin yanı sıra, İstanbul'da Belediye Kitaplığı'nda Muallim Cevdet yazmaları arasında, Anadolu'nun çeşitli şehirlerindeki müzelerde, tekke ve zaviyelerde, kilise ve manastırlarda, bazı özel ellerde sayıları henüz tahmin bile edilemeyen pek çok evrak ve defter bulunduğunu belirtmek gerekir. 

Bu belgelerin Osmanlı İmparatorluğu'nun Fas'tan İran'a, Habeşistan'dan Budin'e ve Rusya'ya kadar uzanan geniş toprakları üzerindeki bir çok milletlerin tarih ve kültürlerini ilgilendirmesi, onların mahiyet bakımından da kıymetlerini, şüphe bırakmayacak şekilde, ortaya koyar. Bu sebeple, arşivlerimizde sık-sık yabancı devlet uyruklularının müsaade alarak çalıştıkları, yine arşivlerimizin öneminin bir çok yabancı dilde yayınlanmış ilmi makalelere konu olduğu görülür . Bu belgeler içerisinde Osmanlı Türk Tarihi'ni olduğu kadar, bilhassa sosyal ve kültürel hayat bakımlarından Anadolu'nun Osmanlı Türklerinden önceki devrelerini de aydınlatanlarının bulunması pek tabiidir. Kültürü, bir toplumun sosyal ve ekonomik yaşayışına hakim olan ihtiyaç, inanç ve düşüncelerin, yine ilkinin teminine, son ikisinin ise, ifade olunmasına imkan veren dil, sanat, mimarlık ve benzeri alanlarda meydana getirdiği eserlerin, başarıların bir bütünü olarak tarif etmek hoş görülürse, konunun da çerçevesi kendiliğinden ortaya çıkar. 

Arşiv belgelerimizin dil bakımından öneminin Türk Dil Kurumu'muz tarafından benimsendiğine hiç şüphe yoktur. Kurum'un, Halk Ağzından Söz Derleme Dergisi gibi seri yayınlarından ve pek değerlilerinden biri olan Tanıklarıyla Tarama Sözlüğü 'nde faydalanılan eserler arasında Ankara, Bursa, Kayseri ve Edirne Şer'iyye Sicilleri'nden bazılarının da bulunması, bu hususta en büyük kanıtları teşkil ederler. Lakin, gerek bu tür defterler, gerekse diğer arşiv belgeleri o kadar engindir ki, Türk Dili ve gelişmesi yönünden başlı başına pek çok araştırmaların. konularına gebe bulunduklarını hatırlatmak yerinde olur. Bu hususta bir-iki örnek verelim :

Kızılırmak'ın eski isminin Alis (Halys) olduğu malûmdur. Bu ad Dânişmend-nâme'de geçtiği gibi, XIII. yüzyıla ait bazı vakfiyelerde, yine XIII. ve XIV. yüzyıllara ait vekâyi-nâmelerde ve belgelerde Âb-ı Sivas (Sivas suyu) denildiği, Kızıl-ırmak adını bu nehre göçebe Türkmenlerin verdikleri, bu ismin Dulkadir-oğulları'na ait vakfiyelerde de geçtiği Osman Turan Bey tarafından belirtilmektedir. İstanbul'da Başbakanlık Arşivi'nde Divân-ı Humâyûn Ruûs Kalemi Defterleri 'nden birisinde rastlanan ''Tevliyyet-i vakfı cisr-i Gürcü, der ırmağ-ı Sivas. Sivas'ta vâki Nehr-i Alis ve elsine-i nâsda Kızıl-ırmak dimekle meşhûr nehrin üzerinde merhûm Gürcü Hüseyin binâ eylediği cisr. . . '' ibaresi Alis isminin 1718 (1131) tarihlerinde yaşadığını bize gösterdiği gibi, ''Âb-ı Sivas'' deyimindeki Farsça ''âb'' kelimesinin de yine aynı devirde atılarak, yerine Türkçe'si ''ırmak'' kelimesinin konulduğunu göstermektedir. Zaten bu dönemde, belgelerde, terkipler henüz muhafaza edilmekle beraber, zaman zaman yabancı kelimelerin yerini Türkçe'lerinin aldığına tanıklık eden başkaları da vardır : ''mizân-ı galle'' yerine ''ölçücülük-i buğday '' deyiminin kullanılması gibi. 

Belgelerde bazan bir deyimin açıklandığı da görülür : “ züvvârcılık ta'bir olunan şa'ir ve dakiki furuhtu (arpa ve unu satışı) ” açıklanmasındaki gibi. Bu arada şunu da belirtmekte büyük fayda vardır, kanunnamelerde, bilhassa arazi gümrük ve iskeleler ile ilgili olanlarında yığınla terim geçmekte ve bunların, da açıklaması yapılmaktadır. Tarama Sözlüğü'nde Fatih kanu-nâmesi ile Tevkii Abdurrahman Paşa kanun-nâmesi'nin tarandığı gibi, diğerlerinin de üzerinde durmak gerekir. 

Arşiv malzemelerinin kullanılması, ayrıca bazı kelimelerin bilinen manalarına yeni ilaveler yapmak imkanını da sağlamaktadır. Bu hususta, yine Tarama Sözlüğü'nden bir örnek alalım : Burada ''oturak'' kelimesine , XIV. ve XIX. yüzyıllar arasında yazılmış bazı edebi ve tarihi eserlerden yararlanarak “1, sabit. sakin, mukim, 2. oturacak yer, 3. mütekait, emekli” karşılıkları bulunmuş, ''oturak eylemek, oturak etmek'' deyimlerinin de ''konaklamak, ikamet etmek'' anlamlarına geldiği belirtilmiştir. Tabii olarak, oturak kelimesinden türeyen terkipler de Sözlük'te yer almaktadır. Kelime, XVI. yüzyılda “. . . yevmî yüz ellişer akçe tekaüd vazifesi tayin olunmak bııyuruldu ”, “. . . Ayasofya zevâidinden kanun üzere oturak vazifesi tayin olunup. . . ” “hekimbaşı Mustafa Çelebi ulûfesiyle oturak olmak yetmiş akçe ile hassa harcından buyuruldu ”, “. . . İskender Bey pir olup oturak ihtiyar etmekte. . . ”, “ Özer sancağı beyi olan Mehmed Bey bazı marazz ârız olmuştur, deyu oturak rica etmeğin, kanunları üzere oturak verilmek buyuruldu ” cümlelerinden de anlaşılacağı gibi, sade “mütekait, emekli” değil, ''tekaüd, tekaüdlük, emeklilik'', hatta ''tekaüd vazifesi'', yani ''emekli aylığı'' karşılıklarında da kullanılmaktadır. 

Ayrıca, ''oturak'' XVI. yüzyıl belgelerinde ''konaklama'', yahut ''konak'' karşılığını da ifade etmektedir. Bu cihetle, Tarama Sözlüğü'nde, Âşık-Paşa-zâde'den alınmış olan parçadaki ''üç gün andan oturak oldular'' cümlesindeki ''olurak olmak'' deyimini ''sakin oldular'' şeklinde değil, ''konakladılar'' tarzında anlamak daha doğru olur, kanısındayız. 

Arşiv belgelerinden, yalnız kelime ve lugat bakımlarından değil, ifade yönünden de faydalanılabilir Çünkü, bir çok hükümlerde, kısa da olsa, vak'a tekrarlanmaktadır. Mesela, Antep Şer'iyye Sicilleri'nden aldığımız şu iki kayıtta olduğu gibi : “. . . kassâb-ağası Mustafa Beşe, eğer bir dahi kassâb-ağası olursam, mahkeme tamirine elli guruş nezrim olsun, dedikte eğer ol vakitte kangı kadı bulunursa, benden elli guruş nezrim almazsa, kıyâmet gününde iki elim yakasındadır '', ''. . . mekûr Hüseyin meclis-i şer'e gelüp, şöyle ikrâr idüp, didi ki, Eyne bint-i Şah Ali bana 'gel'' didi. Ben dahi gice ile vardım. Kız ile musahabet etdüm, diyu sebt-i sicill olundu . 1531 senesinin Eylûl'ü ortalarında cereyan eden bu son vak'ada kızın ifadesine müracaat olunduğunda, “nkar ile cevap virü” “yemin-i bi'llah” ettiğini tahmin etmekte güçlük yoktur, sanırım . 

Arşivlerimizde bulunan defterlerin hazan iç kapaklarında veya sonlarında katiplerin bir kısım marifetlerine de rastlanır. Lala Mustafa Paşa'nın Doğu serdarlığı zamanında, 9 Ağustos 1578 tarihinde vuku bulan Çıldır muharebesini anlatan ve :
“Anlar ol hâletile” kuskuna kuvvet diyecek,
Didiler kacduği tarihine “hey hey Kara Han”
beyiti ile sona eren tarih manzûmesi ile, ertesi sene kazanılan bir zafere işaret eden :
''Çıkup arşa bırakdı kur'a âhum,
Aradı, gökleri dûd-ı siyâhım
Yazılmış kur'ada tarihi bu kim
Acem Şâhın sen aldun Pâdişâhum ''
dörtlüğü, aynı zamanda tarih manzumesi, bu tip edebi türlere iyi birer örnek teşkil ederler. 

Vaktiyle Ahmet Refik (Altunay) Bey'in yayınlamış olduğu XVl. -XlX. yüzyıllar arasında İstanbul hayatı ile ilgili belge derlemelerinde ve bir kaç sene önce Belgelerle Türk Tarihi Dergisi’ndeki bir makaledeki bir kaç belgede Osmanlı başşehrinin çeşitli sosyal yönleriyle beraber, kadın-erkek ilişkilerini de az-çok aks ettirenler vardı. Lakin, Osmanlı İmparatorluğu'nda taşra şehirlerinde de yukarıda sunulan türde kayıtlara pek az rastlanmaması, kız evlada arazi intikal etmeyeceği hususunda pek çok ve kesin hükümler varken, yine de 1528 tarihli Aydın kanunnamesi'ndeki ''bir hatun kişi bir timarda yer tasarruf edüp; boz komayup, tasarrııf eylediği yerün hakkından gelüp, öşrün ve rüsumun sâhib-i timara edâ eylese, sonra gelen sipahi ‘ hatun kişiye yer yoktur’ deyü elinden alamaz '' ibaresi, kadınların kadılara borç para ve eşya vermeleri, bunların ödenmemeleri halinde mahkemelere düşmeleri , yine kadınlara ait pek çok evkafın bulunuşu, Osmanlı İmparatorluğu'nda kadınların Tanzimat Devri Edebiyatı'nda bazı tiyatro ve romanlara konu olduğu gibi, her türlü sosyal faaliyetlerden yoksun, kadın-erkek ilişkilerinin de çok dar ölçüde olduğu kanaatinin pek yerinde olmadığını gösterse, gerektir. 

Osmanlı İmparatorluğu'nda devlet adamlarının teb'a arasında din ve dil farkı gözetmediklerini , Müslümanlara tanınan muafiyetlerin, Hıristiyan ahali ile meskun mahallelerde ve köylerde oturanlara da aynen tanındığını biliyoruz. XVIII. yüzyıl başlarında Yugoslavya'da Mostar'da ''dersle meşgul iken bi-emri Hudâ, iki gözleri âmâ'' olan ve baston ile gezmeğe mecbur kalan bir öğrencinin, kimsesizliğini ve geçimini teminde güçlük çektiğini bildirmesi üzerine, kendisine Bosna hazinesinden maaş bağlanması, devletin o devirdeki sosyal yardım anlayışının bir başka kanıtıdır. 

Bir başka belge de, bir kısım sosyal hizmetlerin Osmanlı İmparatorluğu'nda nasıl fî-sebîli'llah (Allah yolunda) yapıldığını, devletin sonradan böyle karşılıksız hizmette bulunanları, kendi talepleri üzerine koruduğunu göstermektedir. Örnek olay Karadeniz Ereğlisi'nde geçer. Liman ağzında, Tekke (Hacı-Baba Tekkesi) denilen yüksek bir yerde Kapudân Ali Paşa tarafından 1705 sıralarında bir fener yaptırılır; fakat Ali Paşa, bu fenere yağ ve fenerci temini için vakıf yapamadan vefat eder. Tekkedeki dervişler, yerde odun yakarak, ışığından civardan geçen gemilerin faydalanmasını sağlamağa çalışırlar. Buna rağmen, bir kaç gemi karaya vurur; çünkü odun alevi, reislerin yön tayinine yetecek aydınlığı temin edememiştir. Dervişler Divan'a müracaat ederler, Ereğli limanı gümrüğünden günde on beş akçe yağ bedeli, sekiz akçe de fenerci hakkı almağa muvaffak olurlar . Arşiv belgelerinin Türk süsleme sanatları yönünden önemine rahmetli Rıfkı Melûl Meriç “Türk Nakış,Sanatı Tarihi Araştırmaları ” adlı yayınının giriş kısmında işaret etmişti. Şeh-nâme, Hüner-nâme, Neseb-nâme, Zübdetü't-tevârîh gibi minyatürleri ile meşhur XVI. yüzyıl sonlarının büyük eserlerinin sahibi şehnâmeci Seyyid Lokman'ın, eserlerini hükümdara sunuşu vesilesiyle, kendisine verilen ihsanlar ile, bu tanınmış şahsiyetin kendisi ve ailesi mensupları hakkındaki kayıtlara arşiv belgeleri arasında tesadüf olunduğuna evvelce işaret olunmuştu . Bu münasebetle, onun eserlerini meydana getirirken, hizmetleri geçen bütün nakkaşların, hattatların, müeellid (ciltçi)'lerin isimlerini kapsayan listelerin de bulunduğunu belirtmek yerinde olur . Bu listelerden Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Öğretim Görevlilerinden Dr. Günsel Renda tarafından, “Üç Zübdet-üt Tevârih yazmasının incelenmesi'' (1969) adlı doktora tezinde faydalanılmıştır. 

Arşiv malzemesi, bilhassa, halen Rumeli-hisarı müdürü sayın Muzaffer Erdoğan'ın bir kaç makalesinde de temas ettiği gibi, Türk Mimari Tarihi bakımından da son derecede ehemmiyetlidir . Bugün gerek Anadolu'da, gerek Osmanlı İmparatorluğu'nun hakimiyeti altında vaktiyle bulunmuş sahalarda eski Türk eserlerinin ancak izleri, bakıyyeleri kalmıştır. Balkanlarda, yabancı ellere düşmek bahtsızlığına uğrayanların kasdi tahribini kısmen anlayabilmekle beraber , Türkiye'de eski devirlerden kalma, Anadolu'da Türk hakimiyetinin meyveleri olan sanat eserlerinin ne türlü cehalet içerisinde yıktırıldıklarını veya tahrip edildiklerini anlayabilmenin imkanı, olmasa gerektir. Erzincan'da Ulu-caminin avlusunda, içlerinde Mengücük-oğulları'ndan Fahreddin Behramşah (1162-1225) a, XIV. yüzyılın sonlarına doğru bu şehre hakim olan Emir Mutahharten ’e ait olanlarının da bulunduğu altı medresenin , 1924-30 arasında nasıl yıktırıldığını, 1931'de bu ilimizde vali olan Ali Kemalî Aksüt yana yakıla anlatır . Bu sebeple, 1939'daki zelzeleye o kadar fazla iş kalmamış olmaktadır. 

Yine, Bursa'nın Yenişehir kazasında, Osmanlıların bu ilk başşehrinde, Süleyman Paşa tarafından XIV. yüzyıl ortalarında yaptırılmış olan külliyeye ait imaret, medrese ve kütüp-hânenin 1950'lerde belediye reisi olan bir zat tarafından yıktırılarak, yerine ufak bir park yaptırıldığı, mahallinde anlatılmaktadır. Bu külliyeden de, her nasılsa, sadece Süleyman Paşa'nın makam türbesi ayakta kalabilmiştir. 

Bu itibarla, arşiv kaynakları Anadolu'da ve diğer yerlerde Osmanlı devri yapılarının tam bir sayısını tesbit bakımından ve bu yapıların o zamanlar uğradıkları değişiklikleri anlamak yönünden son derecede ehemmiyetlidirler. XVI. yüzyıla ait Tapu-Tahrir Defterleri'nde yer-yer cami, mescid, medrese, hamam, kervansaray, köprü gibi eserlerin miktarlarını gösteren listelere rastlanabildiği gibi, bunlara ait münferit vesika ve kayıtlar da bol miktarda mevcuttur. Bir örnek olmak üzere, 1526 senesinde kuzeyde Bingöl çevrelerinden güneyde Musul'a kadar geniş bir sahayı kaplayan 15 sancaklı Diyarbekir Beylerbeyiliği'nde 32 cami, 162 mescid, 20 medrese, 57 Zâviye, 15 muallim-hâne (Kur'an okulu), 14 kervansaray ve 45 hamam bulunduğunu belirtelim . Bugün aynı çevrede bu eserlerden en büyüklerini bile, yukarıdaki sayıda tesbit etmek, aceba, mümkün müdür?

Bir başka misal olarak da IV. Murat devrinin vezir-i azamlarından Bayram Paşa ile ilgili olanların verelim : Bu zatın, Develi-Karahisarı (şimdiki adı : Yeşilhisar) ve Adana'da Çakıt-suyu kenarında birer han yaptırdığı öğrenilmektedir. Bu eserlerden bugün pek bahs edildiği işitilmemektedir . Bu hanların bakımı ve onarımı için birer ''han ağalığı'' teşkilatı kurulduğuna ve Anadolu'daki eski Selçuklu hanlarından olup, zamanla harabiye yüz tutmuş ve bakımsız kalmış olanlarının yeniden canlandırılması ve hizmete açılması için, civarlarına köy kurularak bu mahallerin şenletilmesine de çalışıldığına, bu münasebetle işaret, etmenin yerinde olacağını sanırız. 

Mimari Tarihi ile ilgili bir kısım belgeler de doğrudan doğruya uzun yıllar içerisinde kah bakımsızlıktan, kah bir yangın neticesinde harap olan, tamir edilen veya yeniden yapılan eserleri haber vermektedirler. Nitekim, 1763 senesi sonlarına ait bir belgede “,. . . medıne-i yenişehir-i Bursa kasabası vasatında (ortasında) hüdâvendigar-ı esbak Gazi Sultan Orhan. . . hazretlerinin cidâr-ı erbaası ( dört duvarı ) kargir ve sakafı kiremit puşîde (örtülmüş) ile bina buyurdukları cami-i şerîfin müstakillen vakfı ve mütevellisi ve kimesnenin nezaretinde olmayup, bi-kazâi' llahi teâlâ muhterik olmağla (yanmakla). . . tamir ve ihyâ olunmak bâbında. . . '' kısmı okunmaktadır. Sayın Ekrem Hakkı Ayverdi'nin, hakikaten çok büyük bir çalışma ve emek mahsulü olan çok nefis baskılı Osmanlı Mimarisinin ilk Devri adlı eserinde, 1923 senesinde yeniden yapıldığını söylediği Yenişehir'deki Orhan Gazi camiinin daha eski devrelerine ait resimler , bu ilk devir Osmanlı mimari eserinin kaçıncı baharını yansıtmaktadırlar? XVIII. yüzyıldaki inşaat, bu camiin kaçıncı şekil değiştirmesini ifade etmektedir? Bu cami, o zamandan 1923'e kadar geçen 260 sene içerisinde, daha kaç defa kalıp değiştirmiş veya tamir görmüştür, şimdilik bilgimizin dışında, meçhulümüzdür. 

Yine Orhan Gazi devri eserlerinden, İznik'teki camii, etrafı tahta dükkanlarla çevrili olduğu için, 1559'da yanmış, yerine yenisi yapılmıştır . Sayın Ayverdi'nin bu eser hakkındaki mütalaaları, Sayın Aslanapa'nın mahallinde yaptığı kazının sonuçları hangi Orhan camiinin kalıntıları hakkında fikir vermiştir, ***kesin bir kanaat izhar etmek, mümkün olmasa gerektir . 

Arşivlerimizdeki bir kısım belgeler de yapılan veya tamir edilen eserleri bütün ayrıntıları ile, ölçüleri ile tanıtmaktadır. Bunlar, doğrudan doğruya, inşaata ve tamire ait keşif raporlarıdır. 1637'de inşaatı biten, Eski Malatya'daki Silahdar Mustafa Paşa Hanı'nın, aynı tarihteki bir keşif sureti, bize halen iç-han kısmı ile, cephesindeki, kendisine aidiyeti bile zor fark edilebilen bir kaç dükkanı ile çok harap portali kalmış bu eserin, mahiyeti hakkında sağlam bir fikir vermiş, hatta 1932'de bu hanı ziyaret ederek, pek kıymetli bir planını yapmış olan ünlü Fransız Sanat Tarihçisi Albert Gabriel 'in planının da tashihine imkan sağlamıştır . 

Diyarbakır'daki meşhur Ulu-cami'nin 1712'de yandığına" Maktul-zâde Ali Paşa tarafından tamir ettirildiğine dair 28 beyitlik bir tarih manzumesini ihtiva eden bir kitabenin caminin harim kısmı içinde, orta sahnda, mihrabın üzerinde olduğu bilinmektedir . Bu tamire ait, gayet ayrıntılı bir keşif, yine Başbakanlık Arşivindeki bir defterin içinde bulunmaktadır . Bu belge, muhtemelen caminin tamirinden önceki durumunun aydınlatılmasına vesile olacaktır. 

Yine, böyle bir keşif, hâlen Çakıt-suyu kenarında çok harap bir şekilde duran Bayram Paşa Hanı 'na aittir. 1729'da buradaki handa bir cami, iki vezir odası, arpa ve saman ambarları, bir fırın ve bir minarenin mevcut olduğunu haber vermektedir . Antakya-Belen arasındaki Karamort Hanı da, yine 1792'deki tamiri vesilesi ile, bütün ayrıntıları ile gözler önüne serilebilmektedir. Bu han 1704'de vezir-i azam Damat Hasan Paşa tarafından, mahallinin şenlendirilmesi maksadı ile yaptırılmıştı. 

Bu gibi tamirle ilgili belgelerden kazanılan bir başka husus da, bazı ölçü birimlerinin bugün kullanılan metrik sisteme göre hesaplanmasında sağladığı fayda olmaktadır. Silahdar Mustafa Paşa 'nın Eski Malatya 'da yaptırdığı hana ait keşiften bir ''zırâ''nın 68,5 santimetre olduğu hesaplanabilmiştir ki Walther Hinz tarafından verilen bilgiye tıpa-tıp uymaktadır, onun eşsiz ilmi dakikliğinin bir örneğini vermekte, onun münakaşa götürmez bir delili olmaktadır. 

Anadolu'da XVI. ve XVII. yüzyıllarda, yol uğrağı olan yerlerde ve kavşaklarda, gelen-geçenlerin emniyetini sağlamak maksadı ile, çevre halkının buralara yerleştirilerek, orayı şenletmeleri arzu edilir, bu gayeye de halkın bir kısım vergilerden muaf tutulması karşılığında erişilirdi . Bu metodun XVIII. yüzyıl başlarında da uygulandığı, Damat İbrahim Paşa tarafından, Akşehir-Ilgın arasında Arkıd-hanı mevkiinde cami, mektep, han, çarşı, medrese, çeşme ve kuyu yaptırılarak burada bir şehir kurdurulduğu, yarımşar saat mesafede bulunan Arkıt, Kuyumcu, Kekeç ve Şekerli köylerinin halkı getirtilerek, buraya yerleştirildiği bilinir . Bu husustaki belgeler, o devirdeki devlet yönetimi ile ilgili ayrı birer sosyal ve ekonomik yönü bize aksettirmektedirler. Bugün ancak iktisaden ileri gitmiş memleketlerde, geri kalmış bölgelerin kalkındırılması için uygulanan tedbirlerin, Osmanlı İmparatorluğu'nda çok daha önceki yüzyıllarda yürürlükte olduğunu göstermesi bakımından ilginçtirler. 

Arşiv kayıtlarından Anadolu'nun Osmanlı öncesi devirlerine ışık tutabilenlerine de rastlanmaktadır. (Eski) Malatya'daki Ulu-cami (''câmi-i kebîr'') mahallesinde Atabeg tarafından yaptırılmış olan bir bîmar-hâne (hastane), yine aynı zatın eseri Küçük mescid, şehrin dışında Meşak-kapusı civarında Altun-apa hamamı Anadolu Selçukluları devrini hatırlatmaktadır. Yine Osmanlı Tapu Tahrir Defterleri'nde (Eski) Malatya'daki üç kervansaraydan bahs olunmaktadır ki, 1530 tarihinde harap durumda olan bu kervansaraylar Sultan Alaeddin evkafı arasında gösterilmektedir . Ankara-Kırşehir arasında Çaşnıgir-köprüsü mevkiinde ''Sultan Alaeddin zamanından kalmış bir harâbe han'' 1581 tarihine ait bir belgede zikr olunmaktadır. Gerçekten de burada bir Selçuklu hanının mevcudiyeti bilinmekle beraber ,hakkında pek fazla malumatımız da yoktur. 1718-19 senelerine ait bir kaç belgede de ''Ürgüp kazasına tâbi Avanos nam kalede vâki Sultan Alaeddin vakfı'' bir medreseden söz edilmekte, ismini, okuyabildiğimiz kadarı ile, ''sellâb-sâlâr'', ''sarây-sâlâr'',''şarâb-sâlâr'' şekillerinde tesbit etmek mümkün olmaktadır , Aynı zamanda bir zâviye (''Zâviye-i şarâb-sâlâr'', '' şarâb-sâlâriyye zâviyesi'' ) olan ve geçen yüzyılın ilk çeyreğinde henüz faaliyet halinde bulunan bu bina kimin eseridir? Bu zâviye ve medresenin isminin ''şarâb-sâ'' şeklinde yazıldığınada rastlanmaktadır, Şarâb-sâlâr Anadolu Selçuklu Devleti'nde mühim bir saray memurunun unvanıdır . Bu deyim, ister-istemez, hatıra hem Avanos'taki Sarı-Han 'ı, hem de Antalya-Alanya yolunda II, Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından yaptırılan bir başka hanı getirmektedir : ''Şeref-sa'' kelimesinin bozulmasından meydana geldiği söylenen ''Şarap-sa'' ismini taşıyan Han, Aceba, medrese ile han, '' Şarâb-sâlâr '' ile ''şarâb-sâ''arasın da bir ilişki kurulabilir mi? Kestiremiyorum. 

Osmanlı Türklerinin Balkanlarda feth ettikleri yerleri de birer Türk-yurdu olarak benimsedikleri, daha XIV. yüzyıl ortalarından itibaren Anadolu'dan Rumeli'ye pek çok göçler olduğu, oralarda camiler, tekkeler, okullar yaptıkları, köprüler kurdukları, Rumeli Türklerinden pek çok kimsenin de Osmanlı idaresinde mühim hizmetlerde bulundukları bilinmektedir. O kadar ki, Balkanları Osmanlı Türklerinin yurt olarak benimsemeleri, kanaatimizce, bugün Anadolu'nun Osmanlı idaresi zamanında -eğer doğru ise- üvey evlat muamelesi görmesinin de bir bakıma sebebi olmuştur, denebilir. Buralarda yapılan Türk eserleri, bir çok yerli ve yabancı araştırmalara konu teşkil etmişlerdir . Lakin, halen mevcut binalara ve seyahatnamelere (Evliya Çelebi de dahil) dayanılarak yapılan hu incelemeler yetersiz olmaktadır. Bir örnek olarak Mora'yı alalım. Mora'dan muhtelif tarihlerde pek çok büyük devlet adamı yetişmiştir. Karamort Hanı'nı yaptıran Damat Hasan Paşa, XIX. yüzyılın sadrazamlarından Derviş Mehmet Paşa, ilk Paris ve Londra ikamet elçilerimiz Es-seyyid Ali ve Âgâh Efendiler Moralı'dır . Bugün Mora'ya gidenler Türk devrinden kalma Anabolu (Nauplion)'da iki cami, Korint (Gördüs)'te bir harap Gülşenî tekkesi, bir iki de Türk kalesi görebilirler. Halbuki Mora 'da arşiv belgelerinden anlaşılabildiğine göre, 16 şehirde vaktiyle yapılmış Türk mimari eserlerinin isimlerini, mahiyetlerini tesbit etmek mümkün olmaktadır . Bu bakımdan arşivlerimizdeki belgeler, terk edilen ülkelerdeki faaliyetlerimizi saptamak yönünden de önemlidirler. 

Arşivlerimizde, XVIII. yüzyılda Anadolu'daki medreselerden bir kısım müderrislerin İstanbul'a gelerek vazife aldıklarına, fakat bunların eski, başka şehirlerdeki görevlerini de uhdelerinde bulundurduklarına, bu durumda olanların yerlerine iadesi için devlet adamlarının nasıl çaba harcadıklarına dair belgeler de vardır. Bunları okudukça, Osmanlı İmparatorluğu'nda devlet adamlarının merkeziyetçi bir sistem uygulamaları nedeni ile, Anadolu'daki medreseleri söndürdükleri yolundaki, belgelerden habersiz, gerçeklerden uzak kanaatler hatıra gelmektedir. 

Yukarıda, ancak pek azı hakkında bazı örnekler verebildiğimiz arşiv belgeleri, Türk toplumunun engin tarihi içerisindeki yaşantısı, sosyal, sanat ve iktisadî hayatı hakkındaki kanılarımızı değiştirebilecek niteliktedir. Bugün faydalanılabilen belgeler hem okuyucuya sunulanların çok azını teşkil ederler, hem de onların bütünü, var olanların çok azıdırlar. Pek çok belgeler sandıklar içerisinde, depolarda, beton zemin üzerinde, tozunu çamurlaştıran, çatıdan damlayan yağmur tanecikleri altında görücüye çıkacakları günü beklemektedirler. Bakımları ve ihtimamları, az sayıdaki fedakar arşiv memurlarının insan-üstü güçlerine, kendilerine karşı besledikleri hudutsuz bağlılık ve sevgiye kalmıştır. Türk siyasi hayatını olduğu kadar, Türk Kültür Tarihi'ni de aydınlatacak olan bu belgelerin daha fazla istifade edilebilir hale getirilebilmelerinin tek yolu, günlük gaileler arasında bunalan yöneticilerimize, arşivlerle ilgili meselelerin önemini anlatabilmenin imkanlarını yaratabilmek, onların da bu sorunlarımıza eğilebilmelerini sağlayabilmektedir. Yoksa; bir yandan bir mirasyedinin paranın değerini bilememesi örneğinde olduğu gibi, herkesi hayretlere düşürmüş olacağız, diğer taraftan da, XVIII. yüzyılda Karadeniz Ereğlisi'ndeki gibi, bir çok meşhur reislerin ( tarihçiler veya tarihle ilgilenenler) fikir gemileri, yalnız hayırsever, feragatkâr dervişlerin yakabilecekleri odun ateşinin titrek, zayıf alevinde, karanlıklar engininde yollarını iyi tayin edemeyerek, karaya oturmakta devam edeceklerdir

Akgündüz yazıyor: Osmanlı'yı Anlamak

 Prof. Dr. Ahmed AKGÜNDÜZ

Günümüzde, Osmanlı Devleti’ne cephe alan belli mihrâklar ve karanlık güçler, üç kol halinde, en uzun ömürlü İslâm Devleti olan Osmanlı Devleti’ne hücum etmektedirler: Birinci kol, İslâm'a düşmanlıklarını açıktan ortaya koyamayan ve bunu Osmanlı düşmanlığı adı altında yürüten din ve tarih düşmanlarıdır. Bunlar, kusurlarıyla birlikte, İslâm’ı hayatın bütün safhalarında yaşayan ve yaşatmaya çalışan Osmanlı Devleti’ni tenkid etmekle, açıktan yapamadıkları İslâm düşmanlığını böylece yapmış oluyorlar. İkinci kol ise, altı yüz sene, İslâm'ı neşretme hizmetindeki Osmanlı Devleti'ne ayak bağı olmuş, İslâm'ı kendi sâfiyetinden çıkarmaya çalışmış bir devletin fikir propagandalarına kanan ve tarihimizi tam bilmeyen bazı saf Müslümanlardır. Üçüncü kol ise, Osmanlı Devleti’nin bütün Müslümanları kucaklayan ümmet ve Osmanlı Milleti anlayışına karşı çıkan ve yanlış olarak Osmanlı Devleti’ni Türk düşmanı gibi göstermeye çalışan belli bir ekiptir. Özellikle Fâtih’in kapıkulu sistemini ve Sokullu gibi başka ırklara mensup Osmanlı devlet adamlarını acımasızca tenkit edenler bu grup içinde yer almaktadırlar. Her üç kolun da ellerinde koz olarak kullandıkları en önemli mevzûlardan biri, Osmanlı padişahlarının ve Osmanlı Devleti'nin, İslâm dininin, içki yasağı ile alâkalı hükümlerini hiçe saymaları ve aşırı bir içki mübtelâsı olmaları şeklindeki iddiadır. Harem mevzuu da bu tür iddialarla bezenerek ve süslenerek vatandaşın önüne çıkarılmak istenmektedir. İşte bu Kitapta, zikredilen ekiplerin kasden ortaya attıkları iddialar teker teker aydınlığa kavuşturulacaktır.

Osmanlı Devleti, büyük bir devlettir. Osmanlı Tarihi konusunda kalem oynatmak da büyük bir iştir. Büyük işlerde sadece kusurları gören cerbeze ile hareket edenler, hem aldanır ve hem de aldatırlar. Cerbezenin şanı, bir kötülüğü sümbüllendirerek bütün güzelliklere galip getirmektir. Bir adamdan bir sene içinde meydana gelen pis kokuları bir anda meydana gelmiş gibi hayal ederek o adama bakarsanız, o adam nazarınızda çok çirkin hale düşer. İşte eğer cerbeze ile 600 yıllık zamanda 20 milyon km2’lik mekânda Osmanlı Tarihi içinde dağınık halde meydana gelen bütün kötülükleri toplar ve o siyah perde ile Osmanlıya bakarsanız, o zaman kapkaranlık bir tarihle karşılaşırsınız. Cerbeze, bütün çeşitleriyle garip şeylerin makinasıdır. Gerçekten de cerbezeli bir âşıkın nazarında bütün kâinat sevgiyle oynaşmakta ve gülüşmektedir; ama çocuğunun vefatıyla mâtem tutan bir ananın nazarında umum kâinat hüzün içinde ağlaşmaktadır. Halbuki ikisi de doğru değildir. 

Tarih, bir olaylar ve insanlar bahçesidir. Sizden biriniz, bir saatliğine gezinmek için bir bahçeye girseniz, noksanlardan beri olmak ancak cennet bahçelerinin özelliklerinden olduğundan ve her kemale bir noksan karıştırmak da bu dünyanın gereklerinden bulunduğundan, o bahçenin bazı köşelerinde pis ve murdar şeylere de rastlayabilirsiniz. Tabi’atı bozuk olanların, sadece o bahçedeki çürümüş ve kokuşmuş şeylere gözü takılır. Sanki o bahçede başka bir şey yok gibi, hayal ve vehminin de tahrikiyle bahçeyi kendi gözünde mezbeleye çevirir; midesi bulanı ve kusar. Halbuki akıl böyle bir bakışı tasvip edebilir mi? Güzel gören güzel düşünür; güzel düşünen güzel görür; güzel gören hayatından lezzet alır. 

İşte biz, girdiğimiz Osmanlı tarih bahçesinde sadece kirli ve murdar şeylere değil; açmış çiçeklere ve kokan güllere de bakacağız. Makam için fetvâ veren Turşucu-zâdelerin yanında Kanuni’ye karşı çekinmeden ‘Padişah emriyle nâ-meşrû’ olan nesne meşrû’ olmaz’ diyerek haykıran Ebüssuud’dan; Torlak Kemal ve Mithat Paşaların yanında Molla Fenari’den ve Ahmed Cevdet Paşa’dan; devleti perişan eden Tal’at-Enver-Cemal üçlüsünün yanında Pîrî Mehmed Paşa ve Köprülü Mehmed Paşa’dan; körü körüne ilmî gelişmelere karşı gelen Kâdîzâde’lerin yanında Lagari Hasan Çelebi ve İsmail Gelenbevî’den de bahsedeceğiz. Biz tokadımızı Antranik ile beraber Enver Paşa’ya ve Venizelos ile beraber Said Hâlim Paşa’ya vurmayacağız. Nazarımızda vuran da sefildir diyeceğiz. Kısaca tarihimizde görülen menfilikleri bir testi pis su olarak görüyoruz. Bir testi pis su bir denize dökülürse, denizi kirletmeyeceğine ve hatta kendisinin de temizleneceğine inanıyoruz.

Tarihe bakış açımız, 600 yıllık Osmanlı tarihinin iyiliklerini de kötülüklerini de görebilecek bir gözlükle olacaktır. Yoksa kötülük bulunmayan hiç bir tarih devri mevcut değildir. İyilik tarafı bulunmayan tarih devri de yoktur. Tarihe böyle bakanlar, kendileri yanıldıkları gibi, başkalarını da yanıltırlar. Allah etmesin, böyle bakış açısı olanlardan biri bin sene yaşayacak olsa, hayalindekine uymadığından Hz. Ömer’in idaresini bile tenkit edecektir. Bu hayalin neticesi olarak, yapıcı değil, yıkıcı bir nazarla tarihe bakacaktır. Unutmayacağız ki, tarih boyunca, iyilikleri kötülüklerine ve sevapları hatalarına ağır basanlar, her zaman mağfiret ve affa müstahaktırlar. Allah’ın haşirdeki adaleti de böyle hükmedecektir.

Osmanlı Devletini teşkil eden fertler ma‘sûm ve günahsız değillerdir. İçlerinde I. Murad, II. Murad, Fâtih, Yavuz ve II. Abdülhamid gibi “veliyyullah“ mertebesinde fertler bulunduğu gibi, içki ve benzeri günahları irtikâb eden şahıslar da bulunabilir. Osmanlı Tarihi boyunca nazarî plânda İslâm'ın bütün düsturlarının kabul edilerek tatbik edildiği bir vâkı'adır. Ancak tatbikatta bu esaslara muhâlefet edenlerin bulunduğu da bir vâkı'adır. Her ikisini de inkâr etmek mümkün değildir. Her şeyde olduğu gibi, Osmanlı Devleti'nin iyilikleri de vardır, hataları da vardır. Ancak 600 sene boyunca hasenâtının seyyiâtına ağır bastığı içindir ki, kader-i İlâhi bu uzun süre içinde İslâm'ın bayraktarlığı ünvanını onlara ihsân etmiştir. Seyyiâtı hasenâtına ağır basınca da, bu şerefli ünvan yine kaderin hükmiyle ellerinden alınmıştır. En kötü zamanlarında bile, değil içki gibi İslâm'ın açık bir hükmüne muhâlefet, içtihadî meselelerde dahi şer'î hükümlere ri‘âyet etmek için elden gelen gayreti gösterdiklerini, sayıları milyonları bulan arşiv belgeleri isbat etmektedir. Nitekim bir hatt-ı hümâyûnda Osmanlı sultanı şer‘-i şerife bağlılığını şöyle açıklıyor: 

“cümlemizin başı şeri’at-ı mutahharaya bağlu oldığından kâffe-i ef‘al ve harekâtımızı ana tatbik etmeğe sa‘y eder isek, ol vakit ruhaniyât-ı peygamberî dahi hoşnud ve razı olarak Cenab-ı Hayr’un-nâsırîn Devlet-i Aliyyemiz’de fevz ü nusret ü tevfikât-ı samedaniyesine mazhar edeceğine kat‘â şüphe yokdur”.

Elbette ki tarihe tenkit gözüyle de bakacağız. Ancak insanı tenkide sevk eden sebep ya tenkit ettiği şeye duyduğu nefret hissinin tatminidir; düşmanın ayıbını görerek tenkit etmek gibi. Yahut da tenkit ettiği kişiye karşı beslediği şefkatin tatminidir; dostun aybını görüp tenkit etmek gibi. İşte özellikle tarih alanında, doğru veya yanlış olması muhtemel olan aleyhteki bir konuda (Yıldırım’ın intihar etmesi ve içki içmesi iddiaları gibi), iddiayı kabule meyletmek nefretten ve reddetmek ise şefkattendir; ancak lehte olan bir konuda (Yıldırım’ın intihar ettiğini ve içki içtiğini reddetmek gibi) kabule meyletmek şefkatten ve reddetmek ise nefrettendir. Önemle ifade edelim ki, tenkide insanı sevk eden şey, sadece ve sadece hakka taraftarlık ve gerçeği ortaya çıkarmak arzusu olmalıdır.

Asrımızda özellikle de Osmanlı Tarihi konusunda, en büyük hastalığımız, cerbeze ve gurura dayanan tenkittir. Gerçekten de tenkidi, insaf düsturu işletirse, gerçeği ortaya çıkarır, berraklaştırır; ama gurur ve cerbeze kullanırsa, tarihi tahrip eder ve parçalar. Mesela son zamanlarda piyasaya çıkan Osmanlı Tarihi ile ilgili bazı eserler, bu manada tarihi tahrip vazifesini yapmaktadır. Biz ise, tarihi tahrip etmeyi değil, tashih ve tamir etmeyi amaçlıyoruz. Biz, ecdadımıza dostuz; onun için nefret duygusuyla değil; şefkat duygusuyla, ama hakkın ortaya çıkması için tenkit edeceğiz.

Son 100 yıldır Türkiye’deki yayın organlarının çoğunluğu, her devirde farklı kelimeler üreterek, Avrupa’nın güzelliklerini bizim kötülüklerimizle ve asırların birikimi olan medeniyetin güzel meyvelerini tarihimizdeki bazı şahısların kötü halleriyle mukayese ederek, cerbeze ile tarihimizi çirkin göstermektedir. Hıristiyanlığın malı olmayan medeniyeti tamamen ona mal ederek ve İslâmiyetin düşmanı olan geri kalmayı İslâm’a dost göstererek feleği ters çevirmeye çalışmaktadır. İşte biz bu eserle, bu yanlış kıyasları düzeltmeye çalışacağız. Halbuki tarihle günümüzü mukayese ederken, birbirine benzeyen şeyleri kıyaslayıp kıyaslamadığımıza dikkat edeceğiz. Çünkü ancak birbirine benzeyenler mukayeseye girerler. Mesela Osmanlı’daki saltanatı, ancak Ortaçağ Avrupa’sındaki Krallık ile mukayese edebilirsiniz; Osmanlı hukuk sistemini, ancak siyahlara ayrı ve beyazlara ayrı kanunları tatbik eden Avrupa kanunları ile kıyaslayabilirsiniz; Osmanlı Haremini ancak beraber olduğu yüzlerce kadınların heykellerini saraylarının duvarlarına diktiren Avusturya krallarının hayatıyla kıyaslarsanız, o zaman doğru sonuçlara varabilirsiniz. 

Eğer Avrupa’ya çok şiddetli bir bağlılık ve kendi milletinin tarihine ise derin bir nefret duygusuyla, Avrupa’nın nâ-meşru veledi gibi davranırsanız, o zaman, tahrip fikri ve aldatıcı cerbeze ile, geçmişine isyan eden bir hicivci; ecdadına iftira eden bir müfteri ve kendi milletinin haysiyetini yerle bir eden hayırsız bir evlat olursunuz. Artık böyle davranan kalemlerde, gurur ve benliğin de etkisiyle, milletine karşı dinen ve aklen mükellef olduğu şefkat hissi yerine tahkir duygusu; sevgi yerine nefret; benimsemek yerine hafife almak; saygı yerine geçmişini cahil göstermek; merhamet yerine böbürlenmek ve nihayet hamiyet yerine asılsızlık ve soysuzluk alâmetleri görülmeye başlar. Maalesef her gün misâllerini basında görmek mümkün olan bu tip kalemler, Paris’te gayr-ı meşru eğlence aleminde çıplak bir kadının giydiği elbiseyi överler; tarihe altın sayfalar yazdırmış olan muhterem bir hocanın veya kâdî’nin elbisesini yererler. 

Önemle ifade edelim ki, tarihine ve dinine taraftarlık içinde olanlara mutaassıp tabiriyle hücum eden bu çeşit Avrupa kâselisleri, kendi mesleklerinde, en az tenkit ettikleri dindar ve vatanperver kalemlerin yüz katı kadar mutaassıptırlar. Bunların Shakespeare’i överken yaptıkları aşırılıkları, tarihini ve dinini seven insanlar Abdülkadir-i Geylani veya Fâtih Sultân Mehmed hakkında yapsalar, herhalde bu çeşit kalemler tarafından tekfir bile edilirler. İşte bu kitabı kaleme alırken, son zamanlarda aşırı derecede artan bu tarih yobazlığını da nazara alacağız ve onlar gibi davranmamaya çalışacağız.

Osmanlı’da Yönetici Sorumluluğu

  Doç. Dr. Said Öztürk

Bilindiği gibi adalet temelleri üzerine dayalı Ortadoğu devlet geleneğinde padişahın adil olması ve adaleti tesis etmesi devletin ve sultanın gücünü artırmanın önemli bir vasıtası olarak telakki edilmektedir. İslami anlayış da yönetici-yönetilen arasındaki ilişkiyi sorumluluk temeline oturtmuştur. Hz. Peygamber’in “Her biriniz çobansınız ve her biriniz sürüsünden mesuldür. Hükümdar, iş başındakiler çobandır, tebasından mesuldür… ” hadisi tüm İslam toplumlarında yöneticilerin en fazla dikkate almak zorunda oldukları bir hadistir. Bu sebeple Osmanlı sultanları tebaya “vediatullah” olarak, yani Allah’ın bir emaneti olarak bakmışlardır. I. Sultan Ahmet’in meşhur adaletnamesinin başında; “re‘aya ve berâya ki vedâyi‘-i  Cenâb-ı Kibriyadır” yani o geniş halk kesimi Allah’ın bir emanetidir denilmektedir. Bu bakış açısı bir ilke gibi bütün Osmanlı sultanlarında görülür. Zira 16. yüzyılın kayıtlarında bu ifadelere rastlanıldığı gibi 17, 18 ve 19. yüzyıl kayıtlarında da görülmektedir.

Diğer taraftan re’âyâya bir velinimet olarak bakılmıştır. Yani re’âyâ, kendisine teşekkür edilmesi, saygı duyulması, korunup gözetilmesi gereken bir kesimdir. Defterdar Sarı Mehmet Paşa "Nesayihü'l-Vüzerâ ve'l-Ümerâ" adlı eserinde "Ehl-i insaf katında re’aya'ya veliyyü'n-ni‘âm ıtlakı sahih olur" dedikten sonra bu sözünü teyid için Sultan Süleyman'a atfedilen bir konuşmayı nakleder; Sultan Süleyman bir gün mahremleriyle görüşürken onlara velinimet-i âlem kimdir diye sorulmuş, onlar da padişah hazretleridir demeleri üzerine: "Hayır velinimet-i âlem re’âyâdır (halk) ki ziraat ve hiraset emrinde huzur ve rahatı terk ile iktisab ettikleri nimetle bizleri it‘am ederler" demiştir.

Osmanlı sultanları re’aya dediğimiz geniş Osmanlı sivil kesiminin hukukun belirlediği bir alanda hayatlarını sürdürebilmeleri için oldukça itina gösterdikleri görülür. III. Mehmed'in "kanundan taşra iş olmasın" ifadeleri bu itinanın bariz bir örneğidir. Yine 1487 tarihli Hüdavendigar Livası kanunnamesinde yer alan ifadeler de halk kesiminin hukuk kaide ve kuralları içinde bir muameleye tabi olduklarının en bariz örnekleridir.

Osmanlı ve diğer Müslüman Türk devletlerinde hükümdar ve tebaa ilişkisi, baba-çocuk ilişkisine benzetilir. İbn-i Haldun, Celaleddin Devvani, Taşköprüzade Ahmet, tebaanın bu dünyada ve öteki dünyada sulh ve selametinin sultanın elinde olduğunu, buna karşılık tebaanın, oğulun babaya karşı gösterdiği mutlak itaati göstermesi gerektiğini belirtmişlerdir. 

Selçuklu devlet adamı Nizamülmülk'ün Siyasetname'sinde yer alan "mukataat erbabı bilmelidir ki, mülk ve ra’iyyet sultanındır" cümlesinde yer alan mülkün ve ra’iyyetin sultanın olduğu düşüncesi mutlak anlamda anlaşılmamalıdır. Burada mülk kavramı, mülkiyet anlamından çok yönetme, dünyevi otorite, tasarruf hakkı anlamına gelmektedir. Yani sultân icranın başıdır. Osmanlılarda devletin mülk biçiminde anlaşıldığı ve miri arazi rejimi ve müsadere sistemini bu anlayışın bir sonucu olarak görme eğilimi, Osmanlı insanının kainatı algılayış biçimine nüfuz edememe anlamını taşır. Burada mülkün ve ra’iyyetin sultana ait olması nisbilik arz etmektedir. Mülkün sultana ait olması mülkü yönetme ve tasarruf yetkisine sahip olma, ra’iyyetin sultana ait olması ise ra’iyyetin bir emanet anlayışı içerisinde korunması ve kollanması gereğidir. Yoksa sultanın ra’iyyete köle-efendi ilişkisinde görülen mutlak sahipliği anlamında değildir. 

Osmanlı Sultanları sahip oldukları sınırlı yasama yetkisi ile yürütme ve yargı yetkilerini kullanırken la yüs'el yani sorumsuz değildir. Evvela her türlü tasarruf şer‘-i şerife uygun olmalıdır ve bir maslahata menut olmalıdır. Mecelle'nin 58. maddesi "Raiyye ya‘ni teb‘a üzerine tasarruf maslahata menûtdur" der, yani yetki kullanımı kamu yararına tabiidir. Sultan Osman'ın oğlu Orhan'a en önemli vasiyeti şer’î hükümlere riayeti olduğunu biliyoruz. Güçlü İslâm Hukuk bilginlerinin olduğu dönemlerde padişah fermanı bile olsa şer’-i şerife muhalif ise reddediliyordu. Bu konuda Kanuni’nin bir fermanı münasebetiyle Ebüssuud Efendi’nin verdiği cevabı hatırlayalım. Padişah vakıf malların kira bedellerinin bu senelik arttırılmaması için ferman verdiğinde Şeyhülislâm Ebüssuud Efendi, fermanı hukuka aykırı bularak şu tarihî cevabı vermiştir: 

"Padişah fermanıyla kira bedellerinin olduğu gibi bırakılması olmaz. Zira Padişahın emriyle nâ-meşrû‘ olan şey meşrû‘ olmaz; haram olan nesne helâl olmak yoktur. Bu hususlarda emr-i şer‘-i şerif budur. Bir türlü dahi değildir. Şer‘i hükümlere vâkıf iken onları ketmetmek, Kur‘an'daki bir âyetin tehdidine maruz kalmaktır".

III. Selim bir hatt-ı hümâyûnunda "Benim vezirim, ben Allah'ın bir aciz kuluyum" ifadesi ile nihayet padişahların da bir kul olduklarını hatırlatmıştır.

İşte bu emanet ve sorumluluk anlayışı, Osmanlı sultanlarını tebanın her türlü zulüm ve fenalıkdan, haksızlıkdan korunması ve hakkının teslimi hususunda titiz davranmalarını gerekli kılıyordu.

Avusturya Sefiri Busbecg’in Hatıralarında Osmanlı

Sultanın huzuruna çıkarıldığımız zaman mabeynciler tarafından silahlarımız alınmıştı. Sultan Murat'tan beri bu adet yerleşmiştir .Murat, kendisiyle mülakat yapmak üzere huzura giren bir Hırvat tarafından öldürülmüştü.

Sultanın elini öptükten sonra geri geri çekilerek duvara sırtımızı verdik. Nutkumu dinledi, fakat beklemediği sözleri söylemiş olacağım ki yüzünde bir küçümseme ifadesi belirdi, ağzından sadece “güzel, güzel!” sözleri çıktı. Daha sonra çıkmamıza izin verildi.

Huzurda iken, büyük bir kalabalık dikkatimi çekti. Birçok vilayetin beylerbeyleri Sultana hediyeleriyle gelmişlerdi. Bunlardan başka, Sultanın bütün maiyeti orada idi. Hassa süvarileri, sipahiler, gurebalar, ulufeciler.. Ayrıca yeniçeri1er de vardı. Bu kalabalık mecliste herkes şahsi kabiliyeti, ehliyet ve liyakati sayesinde bulundukları mevkilere getirilmişlerdir. Filancanın neslinden geldiği için hiç kimseye diğerlerinden üstün bir rütbe verilmez. Herkes memuriyet derecesine göre saygı ve itibar görür. Bu sebeple merasimlerde önde bulun­mak, diğerinin yerine göz dikmek gibi kavgalar yoktur.



Görev ve memuriyetler herkesin liyakat, seciye, kabili­yetine göre bizzat Sultan tarafından verilir. Bunu yaparken ne o şahsın zenginliğine, ne nüfuz ve şöhretine, ne rica ve dostluklara aldırış etmez. Böylece her işe, o işin ehli adamlar tayin olunur. Şahsi kabiliyeti sayesinde herkes en yüksek mevkilere kadar gelebilme şansına sahiptir .Çobanlıktan gelmiş olsalar dahi, mazide­ki durumlarından dolayı bir eksiklik duymadıkları gi­bi, ebeveynlerine ne kadar az borçlu olurlarsa bununla kadar çok iftihar ederler.



Türkler üstün meziyetlerin, kabiliyetlerin doğuş­tan geldiğine, bir miras olarak ecdattan intikal ettiğine inanmazlar. Bunun, kısmen Allah vergisi, kısmen de say-ü gayretin mükafatı olduğunu kabul ederler. Nasıl ki bir evlat mutlaka babasına benzemezse, güzel sanat­lara, hesap hendeseye istidat irsi değilse üstün vasıfla­rın, seciyenin de babadan oğula geçmeyip Cenabı hak tarafından bahşedildiği kanaatindedirler. Bu düşüncelerin neticesi olarak, Türklerde şan ve şöhret, yüksek idari mevkiler liyakat ve maharetin mükafatıdır. Tem­bel ve pısırık olanlar, kötü niyetliler için yükselme yolları kapalıdır , bunlar kenarda köşede önemsiz kişiler, olarak kalırlar. Türklerin giriştikleri her işte başarı kazanmalarının, üstün bir ırk haline gelmelerinin ve gün geçtikçe devletin hudutlarını biraz daha genişletmelerinin sebebi bu olsa gerek.



Bizdeki uygulama ise büsbütün değişiktir. Ehliyet ve liyakatin bizde yeri yoktur. Her yerde her işte asa­let, yani mevki ve rütbe verilecek şahsın, kimin neslin­den geldiği hususu aranır. Bu konuda söyleyecek çok şey var ama şimdilik bu kadar yeter. Bu düşüncelerimi bir sır olarak saklayacağınızı umarım.



Şimdi tekrar başları sarıklı bu büyük kalabalığı seyredelim. Bembeyaz ipekli kumaşlara bürünmüşler . Bir renk ve parıltı cümbüşü. Altın gümüş, ipek ve saten parıltısı her tarafta gözlerimizi alıyor. Bu manzarayı kelimelerle anlatmak çok zor. Bugüne kadar böyle güzel bir manzara görmediğimi itiraf etmek isterim. Bu kadar zengin ve göz alıcı görünüş içinde dahi bir sa­delik ve tutumluluk dikkati çekiyordu. En yüksek mev­kileri işgal edenlerle derece derece alt kademelerdeki memuriyetlerin sahipleri hemen ayni biçimde elbiseler gitmekteydi. Oysa bizde böyle midir? 

Osmanlı Arşivlerinin Durumu

Osmanlı Devletinin kuruluşunun 700. yılında Osmanlı
                                     Arşivlerinin Durumu

                                    Doç. Dr. Fethi Gedikli
                                    M.Ü. Hukuk Fakültesi


"Tarih ilmi ve arşiv arasındaki bağ çözülmez bir mahiyettedir. Arşiv, tarih yazma işinin gıda aldığı ebedî bir membadır. Bunun için de vazifesi bu membaı, tarih yazılması işinde açık, emin ve müsait bir halde bulundurmasıdır. Bu vazifenin görülebilmesi tabiatile birçok problemleri ortaya atıyor ki bilhassa zamanımızda bu, mütemadiyen artmaktadır. Bu problemlerin halli ilmî metot seviyesine yükseldiği vakit ilmin yeni bir şubesi doğmuş oluyor: Arşiv ilmi..". Tayyib Gökbilgin, Arşiv Meseleleri, TC Maarif Vekilliği, İstanbul 1939, s. 65.


Bu yazının amacı Osmanlı Devleti'nin 700. kuruluş yıldönümünü idrak ettiğimiz bugünlerde bu devletten kalan paha biçilmez değerdeki arşiv malzemesinin bulunduğu merkezleri göstermek, arşivlerdeki çalışmalardan bahsetmek, bu çalışmalar sırasında karşılaşılan sorunlar veya aksayan yönlere dikkat çekmek ve bazı önerilerde bulunmaktır.

Arşivin Anlamı

Arşiv aslında bir milletin hafızasıdır. Nasıl ki şu veya bu biçimde hafızasını yitiren kimsenin hayatı anlamsızlaşır, böyle bir insan desteksiz ve köksüz hisseder kendisini, arşivi olmayan veya kafi derecede zengin olmayan devletler veya toplumlar da hafızasız kimselere benzerler. Geleceklerine yol gösterecek, kılavuzluk edecek bilgiden yoksun kalırlar. Bu sebeple, arşivlerin milletler için taşıdığı ehemmiyet çok büyüktür. Öyleyse arşiv ne demektir? Arşiv kelimesi, Yunancada resmi evrak anlamına gelen arkheia (arkhea: hükumet) kökünden türetilmiştir. Toplanmış resmi veya özel bir kuruma ait evrakın saklandığı yer anlamına geldiği gibi bu şekilde korunan evrak anlamına da gelir[1]. Nitekim Büyük Türkçe Sözlük arşiv kelimesi için "1. Kurumların veya kişilerin faaliyetleri sonucu meydana gelen ve belirli gaye ile saklanan belgeler. 2. Bu belgeleri koruyan ve faydalanmaya sunan kuruluş. 3. Bu belgelerin korunduğu yer (Osm. Hazine-i evrak). 4. Belli konuda toplanmış yazılı, sesli ve görüntülü belgeler[2]." karşılıklarını vermiştir. Gerçekten arşiv kelimesinin anlamında ta başlangıçtan beri devletle olan ilişki dikkati çekmektedir; ancak kelimenin günümüzde anlamı daha da genişlemiş ve devlet dışı kuruluşların ürettiği bazı malzemeler de arşivlik olarak değerlendirilmiştir.

Arşivin tanımına gelince, bir Macar bilgini olan Horcog Jozsef onu "herhangi bir resmi daire, resmi veya yarı resmi herhangi bir cemiyet, aile ve şahısların faaliyetleri, iş görmeleri neticesinde zuhur eden ve tanzim edilmek üzere kendilerinin tasarrufunda bulunan yazıların ekleriyle birlikte heyet-i mecmuası" diye gayet etraflı bir şekilde tarif etmiştir[3].



Osmanlı Arşivi Hazine-i Evrak'ın Kuruluşu

Bugün Başbakanlık Osmanlı Arşivi diye adlandırılan Osmanlı arşivi Sadrazam Mustafa Reşit Paşa tarafından 1847 tarihinde Hazine-i evrak (evrak hazinesi) adıyla kurulmuştur. Bina 1850'de tamamlanarak hizmete girmiştir. Bu devre gelene kadar Osmanlılar'ın belgeleri hak ve hukukun korunması amacıyla yani ihtiyaç halinde kolayca bulunacak surette belli defterlere kaydettikleri ve bunları titizlikle sakladıkları biliniyor. Ilk dönemlere ait o zamanki başşehir Bursadaki evrak Timur istilası esnasında, daha sonra başşehir olan Edirnedeki evrak da çeşitli yangın vs sebeplerle yok olarak ancak pek azı günümüze kadar gelmiştir.

Osmanlı arşivinin en büyük meselesi hâlâ daha tasnif çalışmalarının bitirilememiş olmasıdır. Ilk tasnif faaliyeti, Ikinci Meşrutiyetin ilanı ardından Abdurrahman Şeref Bey'in vakanüvisliğe atanışı ve Osmanlı Tarihi Encümeni'nin kurulmasıyla şöhretli kitap dostu Ali Emiri Efendi'nin başkanlığında teşkil edilen bir kurulca 1918 ila 1921 seneleri arasında yürütülmüştür. Ali Emiri Tasnifi diye anılan bu sınıflandırmada Osman Gazi'den Abdülmecid devrine kadar olan belgeler tarihsel sıra gözönüne alınarak her bir padişah dönemi esasına göre tasnif edilmiştir. Bu tasnif 180.700 belgeyi kapsamaktadır ve eski yazıyla tutulmuş olan 53 adet kataloğu şimdi yeni harflere geçirilmektedir.

Ikinci tasnif ünlü tarihçi Ibnülemin Mahmud Kemal'in yönetiminde 1921'de başlayan konulara göre yapılmış olan tasniftir. Bu tasnif yirmi üç ana konu altında on beş ve on dokuzuncu asırlara ait 47. 125 adet belgeyi içerir. Ibnülemin Tasnifin 29 citlik kataloğu Arap harfleriyledir. Tasnif edilen evrakın ekseriyeti son iki asra aittir. Milli Mücadele esnasında yapılmakta olan bu tasnif o günün savaş koşullarında devam ettirilememiştir.

Cumhuriyetten sonra Osmanlıya karşı geliştirilen olumsuz ve kötüleyici bakıştan arşiv de nasipsiz kalmamış ve tasnif çalışmaları belli bir süre aksamıştır. 1931 senesinde Maliye deposunda muhafaza edilen evrakın Bulgaristana hurda kağıt fiyatına satılmasının anlaşılmasından sonra özellikle Muallim Cevdet ve Ibrahim Hakkı Konyalı'nın gayretleri neticesinde yeni bir tasnif çalışması başlatılmıştır. 1937'ye kadar devam eden bu sınıflandırma işi Muallim Cevdet'ten ötürü Cevdet Tasnifi diye maruftur. Bu tasnifte de bir öncekinde olduğu gibi konularına göre fakat bu sefer 17 ana başlık altında tasnif edilen belgeler 218. 833 adettir. Bu tasnifin de 34 ciltlik bir kataloğu mevcuttur.

Osmanlı arşivinin arşivbilimi usullerine göre ilk tasnifini ise Macar tarihçisi Lajos Fekete, 1936-37 yıllarında, arşiv malzemelerinin işlem gördükleri tarihlerdeki asli düzeni içerisinde elyazmalarını birbirinden ayırmadan "Provenance sistemi"ne göre yapmaya başlamıştır.

Yeni ciddi bir tasnif de Midhat Sertoğlu'nun müdürlüğü zamanında 1956 yılında başlatılmıştı. 1980 yılına kadar yapılan bütün tasnif faaliyetlerinin sonucunda 2.5 milyon belgenin tasnifinin tamamlanmıştır. Son büyük tasnif faaliyetine merhum Turgut Özal'ın başbakanlığı sırasında, bizzat Özal'ın yakın ilgisiyle girişildi. Bu dönemde arşive bina, personel ve techizat temin edildi. Yüksek ücret siyasetiyle çalışanların niteliği yükseltildi. Eski hızını ve şevkini kaybetmiş olsa da halen devam etmekte olan bu son dönemdeki çalışmalar sonucunda pekçok nezaretin defter ve evrakları 85 katalog halinde bilimcilerin hizmetine arzedilmiştir. Bu son çalışma gündeş arşivcilik ilkelerine göre ve bilgisayarla yürütülmektedir[4].

1995 Ağustos ayı itibariyle Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde 21.275.990 defter halinde (yüz doksan dokuz bin altı yüz elli yedi defter), 18.359.498'i varak halinde yaklaşık kırk milyon belge tasnif edilmiş bulunmaktadır[5].



Osmanlı Arşivinin Bugünkü Durumu 

Ömrü altı asırdan fazla sürmüş ve üç kıtaya yayılmış bir cihan devleti olan Devlet-i Aliyye'den milyonlarca belgenin kalmış olması şaşırtıcı değildir. Ne yazık ki bu büyük mirasın sahipleri olarak biz halihazırda onu hakkıyla değerlendirebilmiş değiliz. Bunun biraz Türkiyedeki ilmi hayatın koparılan bütün gürültüye rağmen bilimsel ve nesnel olmamasıyla, daha açık söyleyişiyle ideolojik olmasıyla, biraz da cumhuriyetimizin kuruluşuyla beraber yeni Türk hafleri tanımlamasıyla Latin alfabesinin benimsenmesinin ve böylece Arap harfleriyle el yazması olarak bize intikal eden Osmanlı evrakının okunmasının gitgide bir uzmanlık halini almış olmasının da rolü vardır. Bu iki sebep büyük arşiv mirasımızdan hakkıyla istifade etmeyi zorlaştırmıştır. Buna bizim insanımızın iş yapmaktaki ciddiyetsizliğimizi de eklememiz gerekir. Yoksa iyi bir planlama ile alfabe değişikliğinin ortaya çıkardığı engel büyük ölçüde aşılabilirdi.

Bugün Osmanlı Devleti'nden kalan arşiv malzemesinin bir kısmı Başbakanlık Osmanlı Arşivinde (BOA) araştırmacılara sunulmaktadır. Bunun yanında Topkapı Sarayı Arşivi'nde bizzat padişahlardan intikal eden çok kıymetli arşiv malzemesi saklanmaktadır. İstanbul Müftülüğü Şeriyye Sicilleri Arşivi de kadı mahkemeleri kayıtlarının (şeriyye sicilleri) yanısıra yakında araştırmacılara açılacak olan Meşihat evrakıyla da temayüz etmiştir[6]. Ayrıca Ankara'daki Milli Kütüphane'de de özellikle taşra şer'iyye sicillerinin muhafaza altına alındığı belirtilmelidir. Yine Ankara'da Tapu Kadastro Genel Müdürlüğünde ciddi arşiv malzemesi vardır. Bunlardan başka bazı resmi kuruluş ve bu arada özel ellerde de arşiv malzemelerinin bulunmuş olması muhtemeldir.

Yurt içindeki bu evrakın yanında bir zamanlar Osmanlı ülkesinin bir parçasını oluşturmuş ve şimdi artık bağımsız olmuş devletlerin hudutları içinde de önemli arşiv malzemesi vardır. Bunlar başta Bulgaristan[7], Mısır, eski Yugoslavya ülkeleri olarak belirlenebilirler. Venedik arşivinin de Osmanlılarla sıkı münasebetleri nazara alındığında bizim için hakikaten mühim bir araştırma yeri olduğu not edilmelidir.

Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nin Barındırdığı Malzeme Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı bir süreden beri arşivle ilgili kitaplar yayınlamaktadır[8]. Bunların beşincisi olan xxvı+634 sayfalık Başbakanlık Osmanlı Arşivi Rehberi (Ankara 1992) bu arşivin tanınmasında önemli bir hizmeti yerine getirmiştir. Giriş bölümünde Osmanlı Devleti merkez teşkilatı Tanzimat öncesi dönem XVIII. yüzyıla kadar olan dönem a) Divan-ı hümayun ve kalemleri b. Bâb-ı defteri ve kalemleri c. Defterhane ve kalemleri; XVIII. yüzyıldan Tanzimata kadar olan dönem a. Bâb-ı Asafî ve kalemleri b. Bâb-ı defterî ve kalemleri; Tanzimat sonrası dönem ise 1. Bâb-ı âlî ve teşkilatı ve diğer nezaretler başlıkları altında verilmiştir. 

Rehberin Giriş bölümünde ayrıca Osmanlı Devletinde arşivcilik ve Cumhuriyet devri arşivciliği hakkında özet bilgiler verilmiştir. 

Rehberimizin birinci bölümünde Osmanlı arşivindeki defter tasnifleri verilmiştir. Ilk olarak Divan-ı Hümayun, Bâb-ı Asafi, Bâb-ı ali ve Defterhane Defterleri, sonra Bâb-ı Defterî ve Maliye Nezareti Defterleri, son olarak da Diğer Defter Tasnifleri genel başlığı altında arşivdeki defterler hakkında bilgiler sunulmuştur. Divan-ı Hümayun Defterleri yedi kalem altında bölümlenmiştir ancak bunların da alt-bölümleri vardır. Mesela bunlardan birinicisi olan Divan veya Beylikçi Kalemi Defterleri de Ahkam Defterleri, Atik Şikayet Defterleri, Divan memurlarına ait sicil ve künye defterleri, Gayrimüslim cemaatlere ait defterler, mühimme defterleri vs. adları altında tam 32 çeşit defter ismi sayılmaktadır. Ikinci bölümde Ruus Defterleri, üçüncüde Divan-ı Hümayun taphvil (nişan) kalemi defterleri, dördüncüsü Divan-ı Hümayun Amedi Kalemi Defterleri, beşincisi Divan-ı Hümayun teşrifat kalemi defterleri, altıncısı Divan-ı Hümayun çavuşbaşılık defterleri, ve sonuncusu Divan-ı Hümayunun diğer defterleri başlığı altında öbeklendirilmişlerdir. Bu defter çeşitleri çok fazladır biz bir fikir vermesi bakımından Divan-ı Hümayun Defterlerinin bir kısmının isimlerini zikretmekle iktifa ediyoruz.

Arşivin defterler dışında ihtiva ettiği diğer malzeme Tanzimat öncesi merkez evrakı Divan-ı Hümayun ve Bâb-ı Asafi belgelerinden oluşmaktadır. Tanzimat sonrası evrakı ise iradeler, Bâb-ı ali belgeleri, Yıldız Belgeleri, Dahiliye Vekaleti belgeleri, Rumeli müfettişliği evrakı, hatt-ı hümayun, Ali Emiri Tasnifi, Ibnülemin Tasnifi, Cevdet Tasnifi, vakfiyeler tasnifi, müzehheb fermanlar tasnifi, Milli emlaktan devralınan defter ve vesikalardan meydana gelmiştir. Ayrıca BOA’da haritalar, plan, proje ve krokiler, albümler ve fotoğraflar da saklanmaktadır.

Bu malzeme Türkiye tarihinin bütün yönleriyle ortaya çıkarılması bakımından en önemli bir evrak hazinesidir. Bu tespit Osmanlı devletinin vaktiyle bir parçasıyken bugün bağımsız olmuş devletler için de tekrarlanabilir. Ayrıca son zamanlarda gittikçe önem kazanan yerel tarih çalışmaları, bu bağlamda şehir tarihi çalışmaları ve hatta daha küçük ölçekli araştırmalar (kasaba ve köy tarihleri, bazı mimari yapı, köprü vs) için de Osmanlı arşivi tükenmez bir hazine hususiyeti taşımaktadır. 

Son zamanlarda ülkemizde bazı üniversite bünyelerinde açılan arşivcilik yüksek okulları sevindiricidir. Buralarda sadece eski belgeleri okumak üzere genç arşivbilimciler yetiştirilmemekte, bazı özel ve kamu kuruluşlarında arşiv uzmanı olarak ihtiyacı hissedilen elemanlar da eğitilmektedir.



Arşivde Araştırma Yapanlar ve Yapılan Çalışmalar

Bugün arşivlerimizde hem yabancı, hem de yerli çok sayıda araştırıcı bilimsel araştırmalar yapmaktadırlar. 1980lerden sonra yurt çapında başlatılan üniversiteleşme çabasının bir sonucu olarak çok sayıda öğretim üyesine ihtiyaç duyulması arşiv malzemesini kullanacak araştırıcıların sayısını hatırı sayılır ölçüde çoğaltmıştır. Bu memnuniyetle kaydedilecek bir durumdur. Artık çok sayıda genç bilimci ya yüksek lisans ya da doktora tezlerini bu malzemeye dayandırmaktadır. Kimileri sadece eski yazılı metni latin harflerine dönüştürmekte, kimileri de hem bu işi yapmakta hem de metin üzerine çözümlemede bulunmaktadır. Ancak bu çalışmaların eleştirisel bir değerlendirmeye tabi tutulmasının yeni yapılacak çalışmalar bakımından yol gösterici olabileceğini belirtmek gerekir. 

Burada kaydedilmesi gereken bir diğer çok mühim nokta, daha çok arşiv defterlerine dayanan bu çalışmaların birbirinden habersiz araştırmacılar tarafından tekrar edilmesi tehlikesidir. Bu sebeple, bu sahada çok ciddi bir bibliyoğrafya çalışmasına gereksinim duyulduğu açıktır[9]. Öbür yandan, bu defterlerin mikrofilmlerini veren görevli arşiv memurlarının bunları bir yere kaydetmeleri ve aynı defterlerin çalışılmak istenmesi durumunda bunu önlemeleri umulur.

"Osmanlıbilimci"lerin kullanabileceği belge yayımında son yıllarda sevindirici gelişmeler dikkati çekmektedir. Başbakanlık Osmanlı Arşivi tarafından ve diğer bazı yayınevlerince tıpkıbasımları ve çevriyazılı basımları yapılan Mühimme Defterleri (3, 5, 6, 12, 44, 90) yanında, 1995 yılı Ocak ayı içinde faaliyete geçen İstanbul Büyükşehir Belediyesi İstanbul Araştırmaları Merkezi tarafından da başta İstanbul Ahkam Defterleri olmak üzere Mühimme Defterleri, Şeriyye Sicilleri, Atik Şikayet Defterleri, Kamil Kepeci tasnifi ve diğer vesikalardan derlenen vesikalar özgün ve çevriyazılı metinleri bir arada olmak üzere titiz bir yayıma konu olmaktadır. Merkezin tematik başlıklar altında tasnif ederek diziler halinde yayımladığı kitaplar İstanbul Esnaf Tarihi I-II, İstanbulda Sosyal Hayat I-II, İstanbul Ticaret Tarihi I, İstanbul Finans Tarihi I, İstanbul Tarım Tarihi I-II, ve İstanbul Vakıf Tarihi I adlı kitaplar araştırıcıların hizmetine sunulmuştur. Ayrıca aynı merkez İstanbul suları, su yolları, su vakıfları, bunların vakfedenleri ve sahipleri, sulara sahip kimselerin aile üyelerini gösteren Mâ-i Leziz defterlerini peyder pey yayımlamaktadır. Bu tür belge yayınları sadece tarihçileri değil, tabii olarak iktisat ve hukuk tarihçilerini de memnun etmektedir.



Öneriler 

Bugün arşivlerde yapılan çalışmalarda bilim adamlarının çok büyük güçlüklerle boğuşmak mecburiyetinde kaldığını ilgililerin ve kamu oyunun dikkatine getirirken, burada yetkililerce dikkate alınıp değerlendirileceğini umduğumuz bir dizi öneriyi sunmak isteriz:

1. Herşeyden evvel arşivlerin tasnifinin bir an evvel bitirilmesi şayan-ı temennidir. Cumhuriyetin bir asra yaklaşmakta olan yaşamı boyunca arşivlerimizin tasnif edilememiş olması yöneticilerin ve biz bilimadamlarının yüzünü kızartmaktadır.

2. Arşivin modern cihazlarla donatılması gerekir. Mesela, Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde araştırmacılara mikrofilm hizmeti verilemez oluşuna ne kadar teessüf olunsa azdır. Sadece modern makinelerin alınması yetmez, hizmetin de son derece güleryüzle verilmesi, görevlilerin yardım eden, problem çözen, araştıranın işini en iyi şekilde yapmasını sağlayıcı vasıflarlarla donanmış olması gerekir. Bu işler sadece maddi imkanların genişliğine bağlı değildir; mesele aynı zamanda bir zihniyet meselesidir.

3. Biz özellikle arşivin en çok müracaat edilen defterlerinin olduğu gibi yani herhangi bir inceleme ilave edilmeden tıpkıbasımlarının yapılmasından yanayız[10]. Bu bu defterlere olan müracaatı azaltacak ve araştırmacıları arşiv dışı ortamda da çalışabilecekleri arşiv malzemesine kavuşturacaktır. Öbür yandan arşivin yükünü azaltabilecek ve aynı zamanda araştırıcı da arşivde başka malzemeleri inceleme ve sömürme fırsatını bulacaktır. Bu tür tıpkıbasımların son yıllarda başarılı örnekleri -yukarıda geçtiği gibi-hem arşiv tarafından, hem de başka devlet kurumları tarafından verilmiştir. Mesela yıllardır üzerinde neredeyse hiç çalışma yapılmayan Divan-ı Lügati't-Türk ve Kutadgubilik gibi dilimizin büyük yâdigârlarının tıpkıbasımları yapılarak dünyanın her tarafındaki Türklük bilimcilerinin eline ulaşması sağlanmış ve onların çalışmalarına açık hale getirilmiştir. Aynı şeyi bir dizi halinde Mühimme Defterlerinin, Ahkam Defterlerinin, Atik Şikayet Defterlerinin tıpkıbasımlarını yaparak sürdürebiliriz. Bu noktada yukarıda sözü geçen İstanbul Araştırma Merkezince içlerinden İstanbul ile ilgili belgelerin seçilerek tematik yayımlara konu edildiği 26 adet İstanbul Ahkam Defterlerinin, İstanbul dışı malzemesinin de değerlendirilip tamamen tüketilebilmesi için aynı merkezce tıpkıbasımlarının yapılmasının düşünülmesinin yararlı olacağını belirtmek isteriz.

4. Bugün arşivlerimizden mikrofilm ve fotokopi verilmemesi için görevliler tarafından büyük bir gayret sarfedildiğine şahit olmaktayız. Gerçekten, memurlar anlaşılmaz bir tutumla evrakın mikrofilmini vermekten kaçınmaktadırlar. Mesela karşılaştığımız bir olayda Milli Kütüphane'de (Ankara) saklanan Trabzon Şeriyye Sicillerinin 1819 numaralı olanının mikrofilmini bütün çabamıza rağmen ancak kısmen almayı başarabildik. Aradan bir yıl geçtikten sonra kalan kısmını da güç bela elde ettik. Eğer zamanında bu sicilin mikrofilmini almayı başarabilseydik büyük bir olasılıkla bu çalışma bugün yayımlanmış olacaktı[11]. Sonradan aldığımız bilgiye göre bana bir sicilin mikrofilmini vermekte büyük direnç gösteren kütüphane yetkilileri, Karadeniz Teknik Üniversitesi'nin talebi üzerine -gayet isabetli olarak- bunların tümünün fotokopi veya mikrofilminin alınmasına müsaade etmiştir. Şimdiki halde araştırmacılarımızın iktisadi güçlerinin zayıflığı da dikkate alınarak kolaylaştırılacak bu hizmetlerin daha ucuza verilmesi de sağlanmalıdır. 

5. Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde çalışma izin süresinin her yıl yenilenmesinin istenmesi de iki yanlı lüzumsuz yazışma ve zaman kaybından başka birşey olmasa gerektir. 

6. Yine Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde bazı evrak ve defterlerin çürük olduğu gerekçesiyle isteyenlerine verilmediği ama unvan sahibi biri talep ettiğinde bu çürük evrakın onlara çıkarılabildiği müşahede edilmektedir. Bu şık olmayan duruma düşülmemesi için çürük veya çürümeye mail evrakın mikrofilminin alınarak hizmetin bu mikrofilimlerle sağlanması tavsiyeye şayandır.

7. Herkesin vaktinin çok kısıtlı olduğu günümüzde bütün arşivlerde kataloğların bilgisayara yüklenmesi ve taramanın bilgisayarlar aracılığıyla yapılmasının sağlanması zaruridir. Dağınık surette birçok kataloğun bulunduğu, kataloğlara sonradan eklerin yapıldığı hatırlanırsa bu önerinin önemi teslim edilecektir. Bütçeden bu milli kuruma hak ettiği payın, kaynağın ayrılması da kaçınılmaz bir görevdir.

8. Arşivlerimizde yeterli görevlinin istihdam edilmediği de bir vakıadır. Ayrıca BOAda çalıştırılan personelin hukuki durumunun son derece güvensiz olduğu, burada çalışan arkadaşlarımızın işlerine her an son verileceği kaygısını yaşadıkları unutulmamalıdır. Bu uzmanların daha verimli çalışabilmeleri için çalışma rejimlerinin düzeltilmesi acil bir görevdir. 

9. Arşivin hafta sonları kapalı olması da yadırganmaktadır. Bu gibi kurumların Cumartesi ve Pazar günleri de açık olup hizmet sunmaya devam etmesi, çeşitli sebeplerle iş günleri içinde arşivlere gelemeyen veya istediği ölçüde gelemeyen araştırmacılar için lüzumludur. Idarecilerden bunu da dikkate olarak ona göre bir personel siyaseti gütmeleri ve lazım gelen düzenlemeleri yapmaları beklenir. 



Arşivlerimizden Bazı Belge Örnekleri

Galata Şer'iyye Sicili, nu. 14 , v. 71b 

[Derkenâr] Mahmiyye-i Kostantiniyye'de Kâdıasker Efendinin emriyle görülen davadır.

Bundan akdem mahmiyye-i Kostantiniyye mahallâtından Mercân Ağa Mahallesinde fevt olan el-Hâcc Kemâl ibn Mehmed nâm kimesnenin vârislerinden li-ebb ve ümm karındaşı 'Isâ kendi tarafından asâleten ve kız karındaşları Nâsıra ve Şâh Bolı nâm hatunlar cânibinden vekâleten ve müteveffa-yı mezbûrın zevcesi olan Fatıma bint-i Mezîd tarafından vekîl olan Yahya bin Mehmed nâm kimesneler mahfil-i kazâda müteveffa-yı mezbûrın şerîklerinden vasi-i muhtârı olan Hâssa kilercilerinden Seydi Beg ibn-i Yûsuf ve Ilyâs bin Mustafa ve Bâli bin Memi ve Yûsuf bin Kâbil ve Sünbül bin Mustafa nâm kimesneler mahzarlarında takrîr-i kelâm ve tebyîn-i merâm kılup didiler ki mûrisimiz müteveffa-yı mezbûrın ortakları mezbûrûn zimmetlerinde kendinin mâlından ve yanında vesâir dükkanda olan metrûkâtdan hakk taleb eylerüz diyü mezbûrûn ile münâza'ât-ı kesire ve muhâsamât-ı şedide vâki' olmağın mâbeyinlerine muslıhûn mutavassıtûn olup es-Sulh seyyidu'l-ahkâm ve senedu'l-ahkâm fehvâsıyla amel olınup müteveffa-yı mezbûrın şerîkleri merkûmûn zimmetlerinde ve dükkânda vâki' olan mutrûkâtdan mezbûrûnın rızâlarıyla on bin akçe ve sülüs dahi beş bin akçe cem'an on beş bin akçe olur meblağ-ı merkûmı mezbûrân Yahya Çelebi'ye ve karındaşı mezbûr Isâ'ya virilmek üzere ibrâ vü iskât olınup ve müteveffa-yı mezbûrın dâyinlerinden Mustafa Aga ibn-i Abdullah nâm kimesne karz-ı şer'iden ikiyüz sikke altun isbât idüp eline hüccet-i şer'iyye aldıkdan sonra meblağ-ı mezbûr dahi orta akçesinden ihrâc olınup mezbûrlar husûs-ı mezbûrı kendileri uhdelerine aldukdan sonra kayd olındı tahrîren evâhiri Cumâde'l-ahire sene 999.

Ş[uhûdu'l-Hâl]: Bâli Efendi ibn-i Mehmed el-Kâdı, Süleyman Çavuş ibn Abdullah, el-Hâcc Hüseyin bin Gazanfer; Bâli bin Seydi, Mustafa bin Hasan, Mehmed bin Yûsuf , Mehmed bin Musa, Mustafa bin Ali ve gayruhum.

Galata Şer'iyye Sicili, nu. 190, s. 107-4

Mahruse-i Galata'da merhum el-Hacc Ali vakfına berat-ı padişahi ile mütevelli olan işbu rafiul-kitab Ahmed Beg bin Abdülmuttalib? meclis-i şer-i şerifde ... el-Hacc Mustafa nam kimesne mahzarında takrir-i dava idüp asıl mal-i vakf-ı mezburdan mezbur Ahmed zimmetinde on beş bin beş yüz fıddı raic fil-vakt akçe ve tarih-i kitaba gelince muamele-i şeriyyeden dahi beş bin yüz elli akçe olup muamele-i şeriden olan beş bin yüz elli akçenün beş yüz akçesin mezburdan alup kabz idüp baki zimmetinde asıl mal ve muameleden vech-i muharrer üzre mezbur Ahmed'ün zimmetinde ceman yiğirmi bin yüz elli akçe kalmışdur hâlâ mezburdan sual olınup alıvirilmesin taleb iderüm didükde gıbbe's-sual merkum Ahmed cevabında filvakı asıl mal-i vakf-ı mezburdan on beş bin beş yüz ve muamele-i şeriden dahi dört bin altı yüz elli akçe ceman zimmetimde yiğirmi bin yüz elli fıddı raic fi'l-vakt akçe kalmışdur meblağ-ı mezbur el-an zimmetimde edası lazım deynümdür diyü ikrar ve itiraf itdükde ikrarı mucebince meblağ-ı mezburun edasına mezbur Ahmed'i el-Hacc Mustafa ibn-i Hüdaverdi nam kimesneler meclis-i şer-i şerifde biz mezbur Ahmed'ün zimmetinde vech-i meşruh üzre canib-i vakfa mezbur edası lazım gelen meblağ-ı mezbur yiğirmi bin yüz elli akçeye emr ü kabuli haviye kefalet ile kefiller olduk didüklerinde ma huvelvakı gıbbettaleb ketb olındı hurrire fi evahiri Şevval li-sene hamse ve aşara ve elf.

Şuhud: Hüseyin Çelebi bin Ali(?)

Mustafa Çelebi bin Mahmud

Mehmed bin Ali(?) el-Imam. 

Galata Şer'iyye Sicili, nu. 191, s. 492-2

Sebeb-i tahrir-i kitab-ı huruf(?) oldur ki cezire-i Midilli rüesasından Mihal veled-i Dimitri nam zimmi meclis-i şer'-i şerif ve mahfil-i din-i münifde mahmiye-i Galata dahil mahallâtından Lonca mahallesi sakinlerinden Cevan veled-i Poğliğa(?) nam zimmi tacir mahzarında takrir-i dava idüp "Yani nam reis gemisi içinde olan tüccar taifesi ile mahmiyye-i Kostantiniyye'ye gelür iken muhalif rüzgar bulup Venedik vilayetinde Morsoli nam cezireye düşmeğle sefine-i merkumede olan tüccar metaından cezire-i mezburede hilaf-ı mu'tâd bir gümrük dahi alındıkda tüccar-ı mezkur zikr olınan gümrüği mâbeynlerinde ber muceb-i emr-i ali taksim u tevzı idüp sefine-i merkumede olan tüccardan ber muceb-i taksim u tevzı Kominoz veled-i Paluluğa nam zimmi tacir hissesine lazım gelen on üç bin akçe mukabelesinde mezbur Kominoz emr nesne(?) mezkur Cevan tacire sekiz bin beş yüz akçe virmiş idim hala meblağ-ı merkumı mezkur Kominoz'dan taleb eylediğimde cevab virüp 'yedimde olan hüccet-i şer'iyye mucebince mezbur Yani Reis ber muceb-i taksim u tevzi zimmetimde lazım gelen akçeyi ben eda eyledim' diyü meblağ-ı merkum sekiz bin beş yüz akçeyi bana virmekde teallül ider meblağ-ı mezkurı bittemam mezbur tacir Cevan'dan taleb iderim" didikde gıbbe's-sual merkum tacir Cevan cevab virüp meblağ-ı mezbur sekiz bin beş yüz akçeyi ben Karakaş veled-i Mihal nam zimmi yedinden mezkur Kominoz zimmetine ber muceb-i tevzı lazım gelen akçe mukabelesinde aldım diyü ikrar u itiraf eyledikde mezbur Karakaş'ın mezkur Mihal'den alup eda eylediği meblağ-ı merkumı mersum Kominoz'un adem-i kabuli olmağın mezbur Mihal talebiyle meblağ-ı mezkur sekiz bin beş yüz akçe merkum tacir Cevan'dan hükm olınup ilzam olındığı ketb ü tahrir olınup yed-i talibe def' u vaz' olındığı lede'l-hâce ihticac idine. 

Tahriren fi evasıtı Cemaziyelula min şuhur sene seb'a ba'de'l-elf.

Şuhud: Abdülbaki Çelebi ibn-i Mehmed, Piyale Beg bin Abdullah, Memi Beg bin Abdullah, Hasan bin Mahmud, Ahmed Paşa Çukadar, Nebi el-Muhzır ve gayruhum mine'l-hâzirîn. 

Galata Şer'iyye Sicili, nu. 191, s. 493-2

Evlad-ı Arabdan Yahya bin Mehmed meclis-i şer'de hazır olup Ali bin Abdullah muvacehesinde takrir-i kelam ve tabir-i meram idüp bundan akdem merkum Ali'ye bin beş yüz akçeye bir pereme bey idüp dört yüz otuz akçesin alup baki bin yetmiş akçem kalmışdur lakin meblağ-ı mezburı virmeyüp teallül ider vakı hal sual olına taleb iderin didükde gıbbe's-sual merkum Ali sahih zikr olınan peremeyi bin beş yüz akçeye iştira itdüm dört yüz otuz akçeyi dahi teslim itdüm lakin bi tarikı'l-taksit iştira itmişümdür didükde mezbur Yahya talebiyle kayd olındı.(Tarihsiz)

Şuhudu'l-Hal: Yusuf Beg ibn-i Abdullah ve Hızır(?) Beg bin Abdullah ve Mehmed ibn-i Abdi ve Ferhad bin Adil ve Memi? bin İlhan?.





[1] The Concise Oxford Dictionary, Oxford Üni. Yay. 1982, 7 bs. s. 45.

[2] D. Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, İz Yay. 11 bs. [İstanbul] 1996, s. 68.

[3] Nakleden Tayyib Gökbilgin, Arşiv Meseleleri, TC Maarif Vekilliği, İstanbul 1939, s. 64.

[4] Necati Aktaş/Yusuf Halaçoğlu, "Başbakanlık Osmanlı Arşivi", DİA, c. 5, s. 122-126.

[5] Başbakanlık Osmanlı Arşivi Katalogları Rehberi, neşr. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, Ankara 1995, s. xx.

[6] Bu arşivde bulunan sicillerin tamamının mikrofilmi Türkiye Diyanet Vakfı tarafından alınmış fakat henüz araşıtrımacılara açık hale sokulamamıştır.

[7] Bulgaristan'da, Cumhuriyet devrinde hurda kağıt olarak satılan evrak dışında ciddi arşiv malzemesi vardır. Bu arşiv malzemesi hakkında bilgi için bkz. Gökbilgin, Arşiv Meseleleri, s.52-62. 

[8] Kırk iki tane olan bu yayınlar arasında 438 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri I-II, 166 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri, 387 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Karaman ve Rum Defteri I-II, 5 Numaralı Mühimme Defteri (2 c. tıpkıbasım özet ve indeks), 6 Numaralı Mühimme Defteri (3 c. tıpkıbasım özet transkripsiyon ve indeks), 7 Numaralı Mühimme Defteri (3 c. tıpkıbasım özet transkripsiyon ve indeks), 12 Numaralı Mühimme Defteri (3 c. tıpkıbasım özet transkripsiyon ve indeks), Bosna-Hersek Bibliyografyası 1-2 da vardır.

[9] Böyle bir çalışmanın yakında yayınlanacak olması sevindiricidir: Bkz. Dr. Coşkun Çakır, "Osmanlı Ekonomik ve Sosyal Tarihiyle İlgili Tezler Bibliyoğrafyası", DİVAN İlmi Araştırmalar, 1999/2, Sayı 7. Yeri gelmişken Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde bazı arşiv malzemesinin çalışılmakta olduğunu belirtelim. Bu çerçevede Abdullah Demir'in "Tophane Mahkemesi 7 Numaralı Þer'iyye Sicil Defterinin İncelenmesi", İstanbul 1998 adlı bir yüksek lisans tezi ikmal edilmiştir. Ayrıca Aydoğan Karakılıç, Rumeli Kazaskerliğinin 215 numaralı; Adem Yılmaz da Ahi Çelebi Mahkemesinin 7 numaralı Þer'iyye Sicilini yüksek lisans tezi olarak hazırlamaktadırlar.

[10] Böyle bir tıpkıbasımlardan fakat incelemeli ve dizinli biri Majer tarafından yapılmıştır, bkz. Hans Georg Majer, 1675 Tarihli Þikâyet Defteri (Viyana 1984).

[11] Trabzon Þeriyye Sicillerinden 1819 numaralı ve 120 varaklık bu sicil 968, 972 ve 973 tarihli mahkeme kayıtlarını ihtiva etmektedir. Bu sicili inceleme, çevriyazı ve aslı ile birlikte yayımlamak üzere hazırladığımızı ilgilenenlere duyurmak isteriz. Bu arada Girit ceziresi şer'iyye sicillerine ait olan ilk defterin de değerli arşiv uzmanı Mustafa Oğuz tarafından yayımlanmak üzere olduğunu biliyoruz