30 Temmuz 2013 Salı

Türk Kültür Tarihi Bakımından Arşivlerimizin Önemi

 NEJAT GÖYÜNÇ

Zaman zaman yurdumuzun yer-altı ve yer-üstü servetlerinden söz edilir, bunların değerlendirilmesi yapılarak, kah işletemediğimiz, onaramadığımız için üzüntü duyulur, kah Allah'ın yurdumuza bahş ettiği bu lutuf ve bereketten doğan kıvanç ve öğünç paylaşılır. Lakin, aslında yer-yüzünde olmakla beraber, zenginliği, ehemmiyeti, toplumumuza maddi ve manevi sahada sağlayabileceği faydaları çoğunluğun meçhulü olduğu, bazan sandıklar içinde, bazan rutubetli yerlerde bizlere, insan yüzüne, temiz havaya, güneşe hasret kaldıkları için, saklı, gizli, gözlerden ırak bir hazinemiz daha vardır :

 Türkiye Arşivleri ve içerisindeki bakım bekleyen, tozdan, nemden sahifelerini bazan dantela gibi işleyen kurtlardan arınmaya muhtaç, ancak bir kısmının sayısı hakkında tahminler yürütülebilen bir yığın evrak, tam deyimi ile ''yükte hafif, bahada ağır'' bir sürü kağıt parçası. Onları bir yandan küçük kitap böcekleri kemirir, karınlarını doyururken, diğer taraftan bir kısım dostları onların açlığı, özlemi içerisindedirler; bu zararsız yaratıklar onları deşememe, değerlendirememenin çâresizliği içerisinde yanar, tutuşurlar. Belgeler ve okuyucuları, engin sessizlik ve sabırla bekleyişleri içerisinde maksat bakımından biribirlerine zıt iki kutup teşkil ediyor gibi görünürler. Halbuki, onları, aslında biribirlerinin gönüllerinde yatan, kavuşacakları günü, ânı bekleyen bahtsız sevgililere benzetmek daha doğru olur. 

Arşivlerimiz hem kemiyet, hem keyfiyet bakımından çok zengindirler. Her iki yönü ile de, bunların haşmetlisi olan İstanbul’da Başbakanlık Arşivi’ nde mevcut belgelerin çekirdeğini sadârete, yani Divan-ı Humâyun'a ve Bâb-ı Âsafî'ye ait bulunanlar meydana getirir. 1945'den sonra Maliye, Vakıflar, Bâb-ı Âlî ile muhtelif bakanlıklara ait bir kısım evrak da buraya devr olunmuş, sonraki sekiz yıl içerisinde miktarları 23 milyonu aşmıştır. Başbakanlık Arşivi'ndeki münferit belgelerin miktarı, bizzat onun kıymetli Genel Müdürü Mithat Sertoğlu tarafından 50 milyon civarında kadar tahmin edilmiştir. Türkiye'nin bu en büyük, ismi ansiklopedilere girmiş arşivinin dışında, yine İstanbul'da Deniz ve Topkapı Sarayı Müzesi, Defterdarlığın alt katındaki Hariciye, Süleymaniye'deki Müftülük Arşivleri'nin, Ankara'da Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü, Vakıflar Genel Müdürlüğü, Kızılay Genel Müdürlüğü, bir kısım Bakanlık Arşivlerinin yanı sıra, İstanbul'da Belediye Kitaplığı'nda Muallim Cevdet yazmaları arasında, Anadolu'nun çeşitli şehirlerindeki müzelerde, tekke ve zaviyelerde, kilise ve manastırlarda, bazı özel ellerde sayıları henüz tahmin bile edilemeyen pek çok evrak ve defter bulunduğunu belirtmek gerekir. 

Bu belgelerin Osmanlı İmparatorluğu'nun Fas'tan İran'a, Habeşistan'dan Budin'e ve Rusya'ya kadar uzanan geniş toprakları üzerindeki bir çok milletlerin tarih ve kültürlerini ilgilendirmesi, onların mahiyet bakımından da kıymetlerini, şüphe bırakmayacak şekilde, ortaya koyar. Bu sebeple, arşivlerimizde sık-sık yabancı devlet uyruklularının müsaade alarak çalıştıkları, yine arşivlerimizin öneminin bir çok yabancı dilde yayınlanmış ilmi makalelere konu olduğu görülür . Bu belgeler içerisinde Osmanlı Türk Tarihi'ni olduğu kadar, bilhassa sosyal ve kültürel hayat bakımlarından Anadolu'nun Osmanlı Türklerinden önceki devrelerini de aydınlatanlarının bulunması pek tabiidir. Kültürü, bir toplumun sosyal ve ekonomik yaşayışına hakim olan ihtiyaç, inanç ve düşüncelerin, yine ilkinin teminine, son ikisinin ise, ifade olunmasına imkan veren dil, sanat, mimarlık ve benzeri alanlarda meydana getirdiği eserlerin, başarıların bir bütünü olarak tarif etmek hoş görülürse, konunun da çerçevesi kendiliğinden ortaya çıkar. 

Arşiv belgelerimizin dil bakımından öneminin Türk Dil Kurumu'muz tarafından benimsendiğine hiç şüphe yoktur. Kurum'un, Halk Ağzından Söz Derleme Dergisi gibi seri yayınlarından ve pek değerlilerinden biri olan Tanıklarıyla Tarama Sözlüğü 'nde faydalanılan eserler arasında Ankara, Bursa, Kayseri ve Edirne Şer'iyye Sicilleri'nden bazılarının da bulunması, bu hususta en büyük kanıtları teşkil ederler. Lakin, gerek bu tür defterler, gerekse diğer arşiv belgeleri o kadar engindir ki, Türk Dili ve gelişmesi yönünden başlı başına pek çok araştırmaların. konularına gebe bulunduklarını hatırlatmak yerinde olur. Bu hususta bir-iki örnek verelim :

Kızılırmak'ın eski isminin Alis (Halys) olduğu malûmdur. Bu ad Dânişmend-nâme'de geçtiği gibi, XIII. yüzyıla ait bazı vakfiyelerde, yine XIII. ve XIV. yüzyıllara ait vekâyi-nâmelerde ve belgelerde Âb-ı Sivas (Sivas suyu) denildiği, Kızıl-ırmak adını bu nehre göçebe Türkmenlerin verdikleri, bu ismin Dulkadir-oğulları'na ait vakfiyelerde de geçtiği Osman Turan Bey tarafından belirtilmektedir. İstanbul'da Başbakanlık Arşivi'nde Divân-ı Humâyûn Ruûs Kalemi Defterleri 'nden birisinde rastlanan ''Tevliyyet-i vakfı cisr-i Gürcü, der ırmağ-ı Sivas. Sivas'ta vâki Nehr-i Alis ve elsine-i nâsda Kızıl-ırmak dimekle meşhûr nehrin üzerinde merhûm Gürcü Hüseyin binâ eylediği cisr. . . '' ibaresi Alis isminin 1718 (1131) tarihlerinde yaşadığını bize gösterdiği gibi, ''Âb-ı Sivas'' deyimindeki Farsça ''âb'' kelimesinin de yine aynı devirde atılarak, yerine Türkçe'si ''ırmak'' kelimesinin konulduğunu göstermektedir. Zaten bu dönemde, belgelerde, terkipler henüz muhafaza edilmekle beraber, zaman zaman yabancı kelimelerin yerini Türkçe'lerinin aldığına tanıklık eden başkaları da vardır : ''mizân-ı galle'' yerine ''ölçücülük-i buğday '' deyiminin kullanılması gibi. 

Belgelerde bazan bir deyimin açıklandığı da görülür : “ züvvârcılık ta'bir olunan şa'ir ve dakiki furuhtu (arpa ve unu satışı) ” açıklanmasındaki gibi. Bu arada şunu da belirtmekte büyük fayda vardır, kanunnamelerde, bilhassa arazi gümrük ve iskeleler ile ilgili olanlarında yığınla terim geçmekte ve bunların, da açıklaması yapılmaktadır. Tarama Sözlüğü'nde Fatih kanu-nâmesi ile Tevkii Abdurrahman Paşa kanun-nâmesi'nin tarandığı gibi, diğerlerinin de üzerinde durmak gerekir. 

Arşiv malzemelerinin kullanılması, ayrıca bazı kelimelerin bilinen manalarına yeni ilaveler yapmak imkanını da sağlamaktadır. Bu hususta, yine Tarama Sözlüğü'nden bir örnek alalım : Burada ''oturak'' kelimesine , XIV. ve XIX. yüzyıllar arasında yazılmış bazı edebi ve tarihi eserlerden yararlanarak “1, sabit. sakin, mukim, 2. oturacak yer, 3. mütekait, emekli” karşılıkları bulunmuş, ''oturak eylemek, oturak etmek'' deyimlerinin de ''konaklamak, ikamet etmek'' anlamlarına geldiği belirtilmiştir. Tabii olarak, oturak kelimesinden türeyen terkipler de Sözlük'te yer almaktadır. Kelime, XVI. yüzyılda “. . . yevmî yüz ellişer akçe tekaüd vazifesi tayin olunmak bııyuruldu ”, “. . . Ayasofya zevâidinden kanun üzere oturak vazifesi tayin olunup. . . ” “hekimbaşı Mustafa Çelebi ulûfesiyle oturak olmak yetmiş akçe ile hassa harcından buyuruldu ”, “. . . İskender Bey pir olup oturak ihtiyar etmekte. . . ”, “ Özer sancağı beyi olan Mehmed Bey bazı marazz ârız olmuştur, deyu oturak rica etmeğin, kanunları üzere oturak verilmek buyuruldu ” cümlelerinden de anlaşılacağı gibi, sade “mütekait, emekli” değil, ''tekaüd, tekaüdlük, emeklilik'', hatta ''tekaüd vazifesi'', yani ''emekli aylığı'' karşılıklarında da kullanılmaktadır. 

Ayrıca, ''oturak'' XVI. yüzyıl belgelerinde ''konaklama'', yahut ''konak'' karşılığını da ifade etmektedir. Bu cihetle, Tarama Sözlüğü'nde, Âşık-Paşa-zâde'den alınmış olan parçadaki ''üç gün andan oturak oldular'' cümlesindeki ''olurak olmak'' deyimini ''sakin oldular'' şeklinde değil, ''konakladılar'' tarzında anlamak daha doğru olur, kanısındayız. 

Arşiv belgelerinden, yalnız kelime ve lugat bakımlarından değil, ifade yönünden de faydalanılabilir Çünkü, bir çok hükümlerde, kısa da olsa, vak'a tekrarlanmaktadır. Mesela, Antep Şer'iyye Sicilleri'nden aldığımız şu iki kayıtta olduğu gibi : “. . . kassâb-ağası Mustafa Beşe, eğer bir dahi kassâb-ağası olursam, mahkeme tamirine elli guruş nezrim olsun, dedikte eğer ol vakitte kangı kadı bulunursa, benden elli guruş nezrim almazsa, kıyâmet gününde iki elim yakasındadır '', ''. . . mekûr Hüseyin meclis-i şer'e gelüp, şöyle ikrâr idüp, didi ki, Eyne bint-i Şah Ali bana 'gel'' didi. Ben dahi gice ile vardım. Kız ile musahabet etdüm, diyu sebt-i sicill olundu . 1531 senesinin Eylûl'ü ortalarında cereyan eden bu son vak'ada kızın ifadesine müracaat olunduğunda, “nkar ile cevap virü” “yemin-i bi'llah” ettiğini tahmin etmekte güçlük yoktur, sanırım . 

Arşivlerimizde bulunan defterlerin hazan iç kapaklarında veya sonlarında katiplerin bir kısım marifetlerine de rastlanır. Lala Mustafa Paşa'nın Doğu serdarlığı zamanında, 9 Ağustos 1578 tarihinde vuku bulan Çıldır muharebesini anlatan ve :
“Anlar ol hâletile” kuskuna kuvvet diyecek,
Didiler kacduği tarihine “hey hey Kara Han”
beyiti ile sona eren tarih manzûmesi ile, ertesi sene kazanılan bir zafere işaret eden :
''Çıkup arşa bırakdı kur'a âhum,
Aradı, gökleri dûd-ı siyâhım
Yazılmış kur'ada tarihi bu kim
Acem Şâhın sen aldun Pâdişâhum ''
dörtlüğü, aynı zamanda tarih manzumesi, bu tip edebi türlere iyi birer örnek teşkil ederler. 

Vaktiyle Ahmet Refik (Altunay) Bey'in yayınlamış olduğu XVl. -XlX. yüzyıllar arasında İstanbul hayatı ile ilgili belge derlemelerinde ve bir kaç sene önce Belgelerle Türk Tarihi Dergisi’ndeki bir makaledeki bir kaç belgede Osmanlı başşehrinin çeşitli sosyal yönleriyle beraber, kadın-erkek ilişkilerini de az-çok aks ettirenler vardı. Lakin, Osmanlı İmparatorluğu'nda taşra şehirlerinde de yukarıda sunulan türde kayıtlara pek az rastlanmaması, kız evlada arazi intikal etmeyeceği hususunda pek çok ve kesin hükümler varken, yine de 1528 tarihli Aydın kanunnamesi'ndeki ''bir hatun kişi bir timarda yer tasarruf edüp; boz komayup, tasarrııf eylediği yerün hakkından gelüp, öşrün ve rüsumun sâhib-i timara edâ eylese, sonra gelen sipahi ‘ hatun kişiye yer yoktur’ deyü elinden alamaz '' ibaresi, kadınların kadılara borç para ve eşya vermeleri, bunların ödenmemeleri halinde mahkemelere düşmeleri , yine kadınlara ait pek çok evkafın bulunuşu, Osmanlı İmparatorluğu'nda kadınların Tanzimat Devri Edebiyatı'nda bazı tiyatro ve romanlara konu olduğu gibi, her türlü sosyal faaliyetlerden yoksun, kadın-erkek ilişkilerinin de çok dar ölçüde olduğu kanaatinin pek yerinde olmadığını gösterse, gerektir. 

Osmanlı İmparatorluğu'nda devlet adamlarının teb'a arasında din ve dil farkı gözetmediklerini , Müslümanlara tanınan muafiyetlerin, Hıristiyan ahali ile meskun mahallelerde ve köylerde oturanlara da aynen tanındığını biliyoruz. XVIII. yüzyıl başlarında Yugoslavya'da Mostar'da ''dersle meşgul iken bi-emri Hudâ, iki gözleri âmâ'' olan ve baston ile gezmeğe mecbur kalan bir öğrencinin, kimsesizliğini ve geçimini teminde güçlük çektiğini bildirmesi üzerine, kendisine Bosna hazinesinden maaş bağlanması, devletin o devirdeki sosyal yardım anlayışının bir başka kanıtıdır. 

Bir başka belge de, bir kısım sosyal hizmetlerin Osmanlı İmparatorluğu'nda nasıl fî-sebîli'llah (Allah yolunda) yapıldığını, devletin sonradan böyle karşılıksız hizmette bulunanları, kendi talepleri üzerine koruduğunu göstermektedir. Örnek olay Karadeniz Ereğlisi'nde geçer. Liman ağzında, Tekke (Hacı-Baba Tekkesi) denilen yüksek bir yerde Kapudân Ali Paşa tarafından 1705 sıralarında bir fener yaptırılır; fakat Ali Paşa, bu fenere yağ ve fenerci temini için vakıf yapamadan vefat eder. Tekkedeki dervişler, yerde odun yakarak, ışığından civardan geçen gemilerin faydalanmasını sağlamağa çalışırlar. Buna rağmen, bir kaç gemi karaya vurur; çünkü odun alevi, reislerin yön tayinine yetecek aydınlığı temin edememiştir. Dervişler Divan'a müracaat ederler, Ereğli limanı gümrüğünden günde on beş akçe yağ bedeli, sekiz akçe de fenerci hakkı almağa muvaffak olurlar . Arşiv belgelerinin Türk süsleme sanatları yönünden önemine rahmetli Rıfkı Melûl Meriç “Türk Nakış,Sanatı Tarihi Araştırmaları ” adlı yayınının giriş kısmında işaret etmişti. Şeh-nâme, Hüner-nâme, Neseb-nâme, Zübdetü't-tevârîh gibi minyatürleri ile meşhur XVI. yüzyıl sonlarının büyük eserlerinin sahibi şehnâmeci Seyyid Lokman'ın, eserlerini hükümdara sunuşu vesilesiyle, kendisine verilen ihsanlar ile, bu tanınmış şahsiyetin kendisi ve ailesi mensupları hakkındaki kayıtlara arşiv belgeleri arasında tesadüf olunduğuna evvelce işaret olunmuştu . Bu münasebetle, onun eserlerini meydana getirirken, hizmetleri geçen bütün nakkaşların, hattatların, müeellid (ciltçi)'lerin isimlerini kapsayan listelerin de bulunduğunu belirtmek yerinde olur . Bu listelerden Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Öğretim Görevlilerinden Dr. Günsel Renda tarafından, “Üç Zübdet-üt Tevârih yazmasının incelenmesi'' (1969) adlı doktora tezinde faydalanılmıştır. 

Arşiv malzemesi, bilhassa, halen Rumeli-hisarı müdürü sayın Muzaffer Erdoğan'ın bir kaç makalesinde de temas ettiği gibi, Türk Mimari Tarihi bakımından da son derecede ehemmiyetlidir . Bugün gerek Anadolu'da, gerek Osmanlı İmparatorluğu'nun hakimiyeti altında vaktiyle bulunmuş sahalarda eski Türk eserlerinin ancak izleri, bakıyyeleri kalmıştır. Balkanlarda, yabancı ellere düşmek bahtsızlığına uğrayanların kasdi tahribini kısmen anlayabilmekle beraber , Türkiye'de eski devirlerden kalma, Anadolu'da Türk hakimiyetinin meyveleri olan sanat eserlerinin ne türlü cehalet içerisinde yıktırıldıklarını veya tahrip edildiklerini anlayabilmenin imkanı, olmasa gerektir. Erzincan'da Ulu-caminin avlusunda, içlerinde Mengücük-oğulları'ndan Fahreddin Behramşah (1162-1225) a, XIV. yüzyılın sonlarına doğru bu şehre hakim olan Emir Mutahharten ’e ait olanlarının da bulunduğu altı medresenin , 1924-30 arasında nasıl yıktırıldığını, 1931'de bu ilimizde vali olan Ali Kemalî Aksüt yana yakıla anlatır . Bu sebeple, 1939'daki zelzeleye o kadar fazla iş kalmamış olmaktadır. 

Yine, Bursa'nın Yenişehir kazasında, Osmanlıların bu ilk başşehrinde, Süleyman Paşa tarafından XIV. yüzyıl ortalarında yaptırılmış olan külliyeye ait imaret, medrese ve kütüp-hânenin 1950'lerde belediye reisi olan bir zat tarafından yıktırılarak, yerine ufak bir park yaptırıldığı, mahallinde anlatılmaktadır. Bu külliyeden de, her nasılsa, sadece Süleyman Paşa'nın makam türbesi ayakta kalabilmiştir. 

Bu itibarla, arşiv kaynakları Anadolu'da ve diğer yerlerde Osmanlı devri yapılarının tam bir sayısını tesbit bakımından ve bu yapıların o zamanlar uğradıkları değişiklikleri anlamak yönünden son derecede ehemmiyetlidirler. XVI. yüzyıla ait Tapu-Tahrir Defterleri'nde yer-yer cami, mescid, medrese, hamam, kervansaray, köprü gibi eserlerin miktarlarını gösteren listelere rastlanabildiği gibi, bunlara ait münferit vesika ve kayıtlar da bol miktarda mevcuttur. Bir örnek olmak üzere, 1526 senesinde kuzeyde Bingöl çevrelerinden güneyde Musul'a kadar geniş bir sahayı kaplayan 15 sancaklı Diyarbekir Beylerbeyiliği'nde 32 cami, 162 mescid, 20 medrese, 57 Zâviye, 15 muallim-hâne (Kur'an okulu), 14 kervansaray ve 45 hamam bulunduğunu belirtelim . Bugün aynı çevrede bu eserlerden en büyüklerini bile, yukarıdaki sayıda tesbit etmek, aceba, mümkün müdür?

Bir başka misal olarak da IV. Murat devrinin vezir-i azamlarından Bayram Paşa ile ilgili olanların verelim : Bu zatın, Develi-Karahisarı (şimdiki adı : Yeşilhisar) ve Adana'da Çakıt-suyu kenarında birer han yaptırdığı öğrenilmektedir. Bu eserlerden bugün pek bahs edildiği işitilmemektedir . Bu hanların bakımı ve onarımı için birer ''han ağalığı'' teşkilatı kurulduğuna ve Anadolu'daki eski Selçuklu hanlarından olup, zamanla harabiye yüz tutmuş ve bakımsız kalmış olanlarının yeniden canlandırılması ve hizmete açılması için, civarlarına köy kurularak bu mahallerin şenletilmesine de çalışıldığına, bu münasebetle işaret, etmenin yerinde olacağını sanırız. 

Mimari Tarihi ile ilgili bir kısım belgeler de doğrudan doğruya uzun yıllar içerisinde kah bakımsızlıktan, kah bir yangın neticesinde harap olan, tamir edilen veya yeniden yapılan eserleri haber vermektedirler. Nitekim, 1763 senesi sonlarına ait bir belgede “,. . . medıne-i yenişehir-i Bursa kasabası vasatında (ortasında) hüdâvendigar-ı esbak Gazi Sultan Orhan. . . hazretlerinin cidâr-ı erbaası ( dört duvarı ) kargir ve sakafı kiremit puşîde (örtülmüş) ile bina buyurdukları cami-i şerîfin müstakillen vakfı ve mütevellisi ve kimesnenin nezaretinde olmayup, bi-kazâi' llahi teâlâ muhterik olmağla (yanmakla). . . tamir ve ihyâ olunmak bâbında. . . '' kısmı okunmaktadır. Sayın Ekrem Hakkı Ayverdi'nin, hakikaten çok büyük bir çalışma ve emek mahsulü olan çok nefis baskılı Osmanlı Mimarisinin ilk Devri adlı eserinde, 1923 senesinde yeniden yapıldığını söylediği Yenişehir'deki Orhan Gazi camiinin daha eski devrelerine ait resimler , bu ilk devir Osmanlı mimari eserinin kaçıncı baharını yansıtmaktadırlar? XVIII. yüzyıldaki inşaat, bu camiin kaçıncı şekil değiştirmesini ifade etmektedir? Bu cami, o zamandan 1923'e kadar geçen 260 sene içerisinde, daha kaç defa kalıp değiştirmiş veya tamir görmüştür, şimdilik bilgimizin dışında, meçhulümüzdür. 

Yine Orhan Gazi devri eserlerinden, İznik'teki camii, etrafı tahta dükkanlarla çevrili olduğu için, 1559'da yanmış, yerine yenisi yapılmıştır . Sayın Ayverdi'nin bu eser hakkındaki mütalaaları, Sayın Aslanapa'nın mahallinde yaptığı kazının sonuçları hangi Orhan camiinin kalıntıları hakkında fikir vermiştir, ***kesin bir kanaat izhar etmek, mümkün olmasa gerektir . 

Arşivlerimizdeki bir kısım belgeler de yapılan veya tamir edilen eserleri bütün ayrıntıları ile, ölçüleri ile tanıtmaktadır. Bunlar, doğrudan doğruya, inşaata ve tamire ait keşif raporlarıdır. 1637'de inşaatı biten, Eski Malatya'daki Silahdar Mustafa Paşa Hanı'nın, aynı tarihteki bir keşif sureti, bize halen iç-han kısmı ile, cephesindeki, kendisine aidiyeti bile zor fark edilebilen bir kaç dükkanı ile çok harap portali kalmış bu eserin, mahiyeti hakkında sağlam bir fikir vermiş, hatta 1932'de bu hanı ziyaret ederek, pek kıymetli bir planını yapmış olan ünlü Fransız Sanat Tarihçisi Albert Gabriel 'in planının da tashihine imkan sağlamıştır . 

Diyarbakır'daki meşhur Ulu-cami'nin 1712'de yandığına" Maktul-zâde Ali Paşa tarafından tamir ettirildiğine dair 28 beyitlik bir tarih manzumesini ihtiva eden bir kitabenin caminin harim kısmı içinde, orta sahnda, mihrabın üzerinde olduğu bilinmektedir . Bu tamire ait, gayet ayrıntılı bir keşif, yine Başbakanlık Arşivindeki bir defterin içinde bulunmaktadır . Bu belge, muhtemelen caminin tamirinden önceki durumunun aydınlatılmasına vesile olacaktır. 

Yine, böyle bir keşif, hâlen Çakıt-suyu kenarında çok harap bir şekilde duran Bayram Paşa Hanı 'na aittir. 1729'da buradaki handa bir cami, iki vezir odası, arpa ve saman ambarları, bir fırın ve bir minarenin mevcut olduğunu haber vermektedir . Antakya-Belen arasındaki Karamort Hanı da, yine 1792'deki tamiri vesilesi ile, bütün ayrıntıları ile gözler önüne serilebilmektedir. Bu han 1704'de vezir-i azam Damat Hasan Paşa tarafından, mahallinin şenlendirilmesi maksadı ile yaptırılmıştı. 

Bu gibi tamirle ilgili belgelerden kazanılan bir başka husus da, bazı ölçü birimlerinin bugün kullanılan metrik sisteme göre hesaplanmasında sağladığı fayda olmaktadır. Silahdar Mustafa Paşa 'nın Eski Malatya 'da yaptırdığı hana ait keşiften bir ''zırâ''nın 68,5 santimetre olduğu hesaplanabilmiştir ki Walther Hinz tarafından verilen bilgiye tıpa-tıp uymaktadır, onun eşsiz ilmi dakikliğinin bir örneğini vermekte, onun münakaşa götürmez bir delili olmaktadır. 

Anadolu'da XVI. ve XVII. yüzyıllarda, yol uğrağı olan yerlerde ve kavşaklarda, gelen-geçenlerin emniyetini sağlamak maksadı ile, çevre halkının buralara yerleştirilerek, orayı şenletmeleri arzu edilir, bu gayeye de halkın bir kısım vergilerden muaf tutulması karşılığında erişilirdi . Bu metodun XVIII. yüzyıl başlarında da uygulandığı, Damat İbrahim Paşa tarafından, Akşehir-Ilgın arasında Arkıd-hanı mevkiinde cami, mektep, han, çarşı, medrese, çeşme ve kuyu yaptırılarak burada bir şehir kurdurulduğu, yarımşar saat mesafede bulunan Arkıt, Kuyumcu, Kekeç ve Şekerli köylerinin halkı getirtilerek, buraya yerleştirildiği bilinir . Bu husustaki belgeler, o devirdeki devlet yönetimi ile ilgili ayrı birer sosyal ve ekonomik yönü bize aksettirmektedirler. Bugün ancak iktisaden ileri gitmiş memleketlerde, geri kalmış bölgelerin kalkındırılması için uygulanan tedbirlerin, Osmanlı İmparatorluğu'nda çok daha önceki yüzyıllarda yürürlükte olduğunu göstermesi bakımından ilginçtirler. 

Arşiv kayıtlarından Anadolu'nun Osmanlı öncesi devirlerine ışık tutabilenlerine de rastlanmaktadır. (Eski) Malatya'daki Ulu-cami (''câmi-i kebîr'') mahallesinde Atabeg tarafından yaptırılmış olan bir bîmar-hâne (hastane), yine aynı zatın eseri Küçük mescid, şehrin dışında Meşak-kapusı civarında Altun-apa hamamı Anadolu Selçukluları devrini hatırlatmaktadır. Yine Osmanlı Tapu Tahrir Defterleri'nde (Eski) Malatya'daki üç kervansaraydan bahs olunmaktadır ki, 1530 tarihinde harap durumda olan bu kervansaraylar Sultan Alaeddin evkafı arasında gösterilmektedir . Ankara-Kırşehir arasında Çaşnıgir-köprüsü mevkiinde ''Sultan Alaeddin zamanından kalmış bir harâbe han'' 1581 tarihine ait bir belgede zikr olunmaktadır. Gerçekten de burada bir Selçuklu hanının mevcudiyeti bilinmekle beraber ,hakkında pek fazla malumatımız da yoktur. 1718-19 senelerine ait bir kaç belgede de ''Ürgüp kazasına tâbi Avanos nam kalede vâki Sultan Alaeddin vakfı'' bir medreseden söz edilmekte, ismini, okuyabildiğimiz kadarı ile, ''sellâb-sâlâr'', ''sarây-sâlâr'',''şarâb-sâlâr'' şekillerinde tesbit etmek mümkün olmaktadır , Aynı zamanda bir zâviye (''Zâviye-i şarâb-sâlâr'', '' şarâb-sâlâriyye zâviyesi'' ) olan ve geçen yüzyılın ilk çeyreğinde henüz faaliyet halinde bulunan bu bina kimin eseridir? Bu zâviye ve medresenin isminin ''şarâb-sâ'' şeklinde yazıldığınada rastlanmaktadır, Şarâb-sâlâr Anadolu Selçuklu Devleti'nde mühim bir saray memurunun unvanıdır . Bu deyim, ister-istemez, hatıra hem Avanos'taki Sarı-Han 'ı, hem de Antalya-Alanya yolunda II, Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından yaptırılan bir başka hanı getirmektedir : ''Şeref-sa'' kelimesinin bozulmasından meydana geldiği söylenen ''Şarap-sa'' ismini taşıyan Han, Aceba, medrese ile han, '' Şarâb-sâlâr '' ile ''şarâb-sâ''arasın da bir ilişki kurulabilir mi? Kestiremiyorum. 

Osmanlı Türklerinin Balkanlarda feth ettikleri yerleri de birer Türk-yurdu olarak benimsedikleri, daha XIV. yüzyıl ortalarından itibaren Anadolu'dan Rumeli'ye pek çok göçler olduğu, oralarda camiler, tekkeler, okullar yaptıkları, köprüler kurdukları, Rumeli Türklerinden pek çok kimsenin de Osmanlı idaresinde mühim hizmetlerde bulundukları bilinmektedir. O kadar ki, Balkanları Osmanlı Türklerinin yurt olarak benimsemeleri, kanaatimizce, bugün Anadolu'nun Osmanlı idaresi zamanında -eğer doğru ise- üvey evlat muamelesi görmesinin de bir bakıma sebebi olmuştur, denebilir. Buralarda yapılan Türk eserleri, bir çok yerli ve yabancı araştırmalara konu teşkil etmişlerdir . Lakin, halen mevcut binalara ve seyahatnamelere (Evliya Çelebi de dahil) dayanılarak yapılan hu incelemeler yetersiz olmaktadır. Bir örnek olarak Mora'yı alalım. Mora'dan muhtelif tarihlerde pek çok büyük devlet adamı yetişmiştir. Karamort Hanı'nı yaptıran Damat Hasan Paşa, XIX. yüzyılın sadrazamlarından Derviş Mehmet Paşa, ilk Paris ve Londra ikamet elçilerimiz Es-seyyid Ali ve Âgâh Efendiler Moralı'dır . Bugün Mora'ya gidenler Türk devrinden kalma Anabolu (Nauplion)'da iki cami, Korint (Gördüs)'te bir harap Gülşenî tekkesi, bir iki de Türk kalesi görebilirler. Halbuki Mora 'da arşiv belgelerinden anlaşılabildiğine göre, 16 şehirde vaktiyle yapılmış Türk mimari eserlerinin isimlerini, mahiyetlerini tesbit etmek mümkün olmaktadır . Bu bakımdan arşivlerimizdeki belgeler, terk edilen ülkelerdeki faaliyetlerimizi saptamak yönünden de önemlidirler. 

Arşivlerimizde, XVIII. yüzyılda Anadolu'daki medreselerden bir kısım müderrislerin İstanbul'a gelerek vazife aldıklarına, fakat bunların eski, başka şehirlerdeki görevlerini de uhdelerinde bulundurduklarına, bu durumda olanların yerlerine iadesi için devlet adamlarının nasıl çaba harcadıklarına dair belgeler de vardır. Bunları okudukça, Osmanlı İmparatorluğu'nda devlet adamlarının merkeziyetçi bir sistem uygulamaları nedeni ile, Anadolu'daki medreseleri söndürdükleri yolundaki, belgelerden habersiz, gerçeklerden uzak kanaatler hatıra gelmektedir. 

Yukarıda, ancak pek azı hakkında bazı örnekler verebildiğimiz arşiv belgeleri, Türk toplumunun engin tarihi içerisindeki yaşantısı, sosyal, sanat ve iktisadî hayatı hakkındaki kanılarımızı değiştirebilecek niteliktedir. Bugün faydalanılabilen belgeler hem okuyucuya sunulanların çok azını teşkil ederler, hem de onların bütünü, var olanların çok azıdırlar. Pek çok belgeler sandıklar içerisinde, depolarda, beton zemin üzerinde, tozunu çamurlaştıran, çatıdan damlayan yağmur tanecikleri altında görücüye çıkacakları günü beklemektedirler. Bakımları ve ihtimamları, az sayıdaki fedakar arşiv memurlarının insan-üstü güçlerine, kendilerine karşı besledikleri hudutsuz bağlılık ve sevgiye kalmıştır. Türk siyasi hayatını olduğu kadar, Türk Kültür Tarihi'ni de aydınlatacak olan bu belgelerin daha fazla istifade edilebilir hale getirilebilmelerinin tek yolu, günlük gaileler arasında bunalan yöneticilerimize, arşivlerle ilgili meselelerin önemini anlatabilmenin imkanlarını yaratabilmek, onların da bu sorunlarımıza eğilebilmelerini sağlayabilmektedir. Yoksa; bir yandan bir mirasyedinin paranın değerini bilememesi örneğinde olduğu gibi, herkesi hayretlere düşürmüş olacağız, diğer taraftan da, XVIII. yüzyılda Karadeniz Ereğlisi'ndeki gibi, bir çok meşhur reislerin ( tarihçiler veya tarihle ilgilenenler) fikir gemileri, yalnız hayırsever, feragatkâr dervişlerin yakabilecekleri odun ateşinin titrek, zayıf alevinde, karanlıklar engininde yollarını iyi tayin edemeyerek, karaya oturmakta devam edeceklerdir

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder